Dün geceyi Punta Arenas'ta geçirdiğimizden, bu sabah Santiago De Chili'ye varır varmaz hemen Valparaiso'ya hareket ettik.
Burası, Pasifik Okyanusu'nun kıyısında bulunan ve Unesco tarafından Dünya Mirası listesine alınmış efsanevi bir liman kenti.
Casablanca vadisinin büyük bağlarının ve Curacavi vadisinin meyva bahçelerinin süslediği manzaraların ortasından geçerek şehre vardık.
Limanında biraz fotoğraf çektikten sonra, yemek öncesi tekne turu için start aldık. Bizim için hazırlanmış deniz ürünlerinden yapılmış kanepelerimizi atıştırıp Pisco Sour'umuzu içtik.
Biz böyle keyifle lay lom yapıp etrafı seyrederken kaptanın inatla, ısrarla hiç bakmadığımız bir yönü işaret etttiğini farkedip o yöne döndük ve........
Ay, ay, ay..... Aile boyu deniz aslanları... Limana iki adım mesafedeki bir dubanın üstüne çıkmış, oynaşıyorlar.... Durup durup atlarlarmış bu dubanın üstüne. Çıkardıkları seslere şaşırmadım!! Bunları da yedim tabii ki.
Limanda biraz daha tekneyle dolaştıktan sonra tekrardan kıyıya çıkıp lokantaya doğru yürürken ilk gözüme çarpan....
Valparaiso kırk beş mahalleden oluşmuş ve tepecikler üzerine kurulmuş. Bu mahallelere de aslında otuz beş tane olan, ama günümüzde sadece bir tanesi kullanılan tarihi finikülerle çıkılıyor. Sokaklara büyük otobüs bile giremiyor.
Biz de halen kullanılmakta olan finikülere binip yukarı eski şehire çıktık.
Ve evler, ve graffitiler ve renkler.
Burası da, bu ülkelerdeki diğer gezdiğimiz yerler gibi, ızgara sistemine göre kurulmuş. Her cadde, her sokak birbirini kesiyor.
Ancak Valparaiso'nun yapısı daha bir değişik... İki blok sonraki bir binaya doğrudan gidilmiyor. Önce ya aşağı veya yukarı gidip sonra varacağınız yere iniyor veya çıkıyorsunuz. Bina görülüyor, ama ulaşmak için birazcık dolaşmak gerekiyor.
Sırada Edebiyat Nobeli ödülünü almış ünlü şair Pablo Neruda'nın evi, La Sebastiana, gezisi var. İçeride fotoğraf çekmek yasak.
Pablo Neruda'nın herşeyin koleksiyonunu yapan biri olduğunu bilmezdim. Çocukken ayva, portakal koleksiyonu yapmış mesela.... Meyvelerin gelişmelerini incelermiş. Veya evler almış... Biri yasal karısı, diğeri metresleri için. Bu evi de çok beğenmiş, ancak parası yetmediğinden bir arkadaşını ortak etmiş. Fotoğrafta gözüken son üç bölümde yaşamış. İnsan burada şair de olur, filozof da.
Müze evi gezisinin ardından, şehrin en eski mahallelerinin arasından geçerek, bir açık hava müzesini andıran sokaklarından yürüyerek tekrardan limana indik.
İşte o sokaklar, evler, renkler, duvar resimleri....
Gözüme çarpan levhalar....
Ve yine evler, duvarlar, meydanlar... renkler.
Valparaioso grubun toplanmakta zorlandığı tek yer oldu.... Hepimiz ayrı bir köşeye dağıldık. O köşelerden de ayrılamadık....
Santiago'ya dönmek üzere otobüse bindiğimizde tüm yorgunluğumuz ortaya çıktı.
Yarın bu olağanüstü gezinin son günü. Onu da Şili'nin başşehrinde geçireceğiz.
Burası, Pasifik Okyanusu'nun kıyısında bulunan ve Unesco tarafından Dünya Mirası listesine alınmış efsanevi bir liman kenti.
Casablanca vadisinin büyük bağlarının ve Curacavi vadisinin meyva bahçelerinin süslediği manzaraların ortasından geçerek şehre vardık.
Limanında biraz fotoğraf çektikten sonra, yemek öncesi tekne turu için start aldık. Bizim için hazırlanmış deniz ürünlerinden yapılmış kanepelerimizi atıştırıp Pisco Sour'umuzu içtik.
Biz böyle keyifle lay lom yapıp etrafı seyrederken kaptanın inatla, ısrarla hiç bakmadığımız bir yönü işaret etttiğini farkedip o yöne döndük ve........
Ay, ay, ay..... Aile boyu deniz aslanları... Limana iki adım mesafedeki bir dubanın üstüne çıkmış, oynaşıyorlar.... Durup durup atlarlarmış bu dubanın üstüne. Çıkardıkları seslere şaşırmadım!! Bunları da yedim tabii ki.
Limanda biraz daha tekneyle dolaştıktan sonra tekrardan kıyıya çıkıp lokantaya doğru yürürken ilk gözüme çarpan....
Valparaiso kırk beş mahalleden oluşmuş ve tepecikler üzerine kurulmuş. Bu mahallelere de aslında otuz beş tane olan, ama günümüzde sadece bir tanesi kullanılan tarihi finikülerle çıkılıyor. Sokaklara büyük otobüs bile giremiyor.
Biz de halen kullanılmakta olan finikülere binip yukarı eski şehire çıktık.
Ve evler, ve graffitiler ve renkler.
Burası da, bu ülkelerdeki diğer gezdiğimiz yerler gibi, ızgara sistemine göre kurulmuş. Her cadde, her sokak birbirini kesiyor.
Ancak Valparaiso'nun yapısı daha bir değişik... İki blok sonraki bir binaya doğrudan gidilmiyor. Önce ya aşağı veya yukarı gidip sonra varacağınız yere iniyor veya çıkıyorsunuz. Bina görülüyor, ama ulaşmak için birazcık dolaşmak gerekiyor.
Sırada Edebiyat Nobeli ödülünü almış ünlü şair Pablo Neruda'nın evi, La Sebastiana, gezisi var. İçeride fotoğraf çekmek yasak.
Pablo Neruda'nın herşeyin koleksiyonunu yapan biri olduğunu bilmezdim. Çocukken ayva, portakal koleksiyonu yapmış mesela.... Meyvelerin gelişmelerini incelermiş. Veya evler almış... Biri yasal karısı, diğeri metresleri için. Bu evi de çok beğenmiş, ancak parası yetmediğinden bir arkadaşını ortak etmiş. Fotoğrafta gözüken son üç bölümde yaşamış. İnsan burada şair de olur, filozof da.
Müze evi gezisinin ardından, şehrin en eski mahallelerinin arasından geçerek, bir açık hava müzesini andıran sokaklarından yürüyerek tekrardan limana indik.
İşte o sokaklar, evler, renkler, duvar resimleri....
Gözüme çarpan levhalar....
Ve yine evler, duvarlar, meydanlar... renkler.
Valparaioso grubun toplanmakta zorlandığı tek yer oldu.... Hepimiz ayrı bir köşeye dağıldık. O köşelerden de ayrılamadık....
Santiago'ya dönmek üzere otobüse bindiğimizde tüm yorgunluğumuz ortaya çıktı.
Yarın bu olağanüstü gezinin son günü. Onu da Şili'nin başşehrinde geçireceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder