Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

21 Mayıs 2013 Salı

Mezopotamya Ovasında, İpekyolu Üzerinde Mardin, Midyat, Savur....


Mardin…. Hep çok övülen, hep illa ki görülmesi gereken bir yer denilen Mardin’i ziyaret etmek üzere yine çok erken bir saatte, arabamla havaalanına gitmek için evden çıktığımda şakır şakır yağan yağmurla karşılaştım.
Yıllar önce, yine yağmurlu bir gecede çok ciddi bir trafik kazası geçirdiğimden beri bu havalarda gece yolculuğu kısa mesafe bile olsa,  beni ürkütür.
Atatürk Hava Alanına geldiğimde tüm dikkatimi levhalara vererek İç Hatlar Gidiş istikametini bulup arabamı valeye teslim edip içeri girdim.
Kontrollerden geçtim.  Allah Allah; görmeyeli  iç hatlar ne kadar da modernleşmiş…  Duty Free dükkanları falan.. Helal sana Türkiye’m…
Grup ile Mado’nun içinde buluşulacak. Sağa sola bakındım yok. Bir görevliye sordum.  Ama o dediğiniz yer İç Hatlar bölümünde deyince, peki ben nerdeyim diye sormuşum…  Dış Hatlardasınız dedi bana. Nasıl yani?? Okudum İç Hatlar Gidiş diye (bunu içimden söyledim…)
Dakka bir, gol bir; kendi kaleme….
Bir yerde iyi oldu, böylecene sabah yürüyüşümü yapmış oldum!!
Grup bulundu;  e-biletler , bilgi notları, kulaklıklar teslim edildi. İlk dikkatimi çeken, herkesin boynundaki  büyük profesyonel  fotoğraf makineleri oldu. Hmmm, demek rahat fotoğraf çekilemeyecek. 
Sabahın o erken saatlerinde bile alan tıklım tıklım. Söylenme dedim kendi kendime. Başkaları da sana söyleniyordur şu an…
O telaş ve panikle millerimi işletmeyi unutup, biniş kartımı aldıktan sonra ilk iş doğru gaz odası.  Sigara içmem gerekiyor.
Diyarbakır’a uçup oradan Mardin’e geçeceğiz. 
Her yerde uyuyabilen biri olarak koltuğuma oturup kemerimi bağlar bağlamaz dalıp gitmişim. Gözümü Diyarbakır’a iniş yapıyoruz anonsuyla açtım.
Otuz dört plakalı Mardin çıkışlı otobüsümüze binip yine yollara düştük.
Rehberimiz Mardin aşığı bir kadın.  Bilenler bilir…
İsmi ve şekli ne olursa olsun- bu bir yer, kişi, film, ev, dekorasyon olabilir, anlatırken, överken veya söverken, karşı tarafa kendi kalbini, düşünce ve hislerini kullandırtmak için biraz boş alan bırakmak gerekiyor. Örneklemem gerekirse, Küba benim için çok özel bir ülkedir. Herkese o kadar methettim ki, giden arkadaşlarımın hiç biri beğenmeden geri döndü. İşin doğrusu, ben çok beğendim, sevdim; bakalım senin düşüncelerin ne olacak demek olmalıymış.

Mardin’in bendeki ilk etkisi inanılmaz bir iç karartısı; şehirden ayrılırken son etkisi de inanılmaz bir ferahlama oldu. Keşke rehberimiz, şehri ilk gördüğümüzde tüylerimizin diken diken olacağına dair olan inancını, tüylerimizin kendine bıraksaydı!!




Bir arkadaşım yukarıdaki fotoğrafları ilk gördüğünde, Mardin’i bu kadar çirkin fotoğraflamayı başardığın için helal sana diye yazınca, ne gördüysem onu çektim dedim.

Süryanilerin eski Patriklik Merkezi olan Deyrulzafaran Manastırı ilk ziyaret ettiğimiz yer oldu.

Önce Manastırın Mezopotamya Ovasına bakan bahçesinde Süryani kahvesi veya Safran çayı yudumlayıp hurmalı Süryani kurabiyelerini tattık.


Süryani kahvesi ve bölgeye özgü bademler.

Sonrasında Deyrulzafaran'ı gezdik.






Deyrulzafaran'ın kelime anlamı "Safran Manastırı". Güneş Tapınağı, Azizler Evi - mezar odası, Mor Hanonya Kilisesi ve Meryemana Kilisesi bu manastırın dört ana bölümünü oluşturan yapılar topluluğu.
Bölgenin ilk matbaası da burada kullanılmış.

(Yazı gitmiyor, bir türlü akışkanlığını sağlayamıyorum... Kilise ve manastır ağırlıklı bir gezi olduğundan diye düşünüyorum. Renk ve doku farklılıkları yok. Bu yüzden, gün be gün anlatmayıp, üç günlük gezinin bir özetini çıkaracağım.)

Manastır ziyaretinden sonra sırada Kasımiye Medresesi var.



Yemek vakti. Münir Usta Restaurant. Ama ben asla kebap yemek istemiyorum...


Kebap yemedim, ama "irok" denilen kızartılmış içli köfte ve "senbusek" denilen kapalı lahmacunu tatmadan geçemedim. İçli köftede Adana her bölgeyi tek geçerken, sembuseki çok beğendim.  
Ama herşeye rağmen Mardin mutfağı Urfa ve Gaziantep’den sonra bana oldukça zayıf geldi.

Mardin’den kareler..



Abbaralar, Mardin'in en güzel mimari detaylarından. Binaların altından ki bunlar genelde evlerdir, sokaklar arası geçişi mümkün kılan geçitler.






Şehrin kınalı eşekleri. Bunlar aynı zamanda çöp toplamakta kullanılıyor. O daracık sokaklara başka türlü ulaşmak olası değil.
Akşam Manici Kasrı’na geldiğimizde gerçekten yorgunduk. Ovaya karşı konuşlanmış terasta ayaklarımı uzatıp buz gibi bir bira istedim. İçki servisi yokmuş... Nasıl yani demişim...bir Butik Otelde kalıyorsun, ve içki yok deniliyor... İyice soğudum.

Otelin "Bar" diye adlandırılan terasından manzara...










Midyat’ı çok daha fazla beğendim.

Güne Turabdin Bölgesi Metopoliklik Kilisesi Deyrulumur Manastırı’nı (Mor Gabriel) gezerek başladık. Bu manastıra da bayıldım.








 Öğlen yemeğini Geluşke Han'da yedik. Masamızı yöreye özgü çeşitli Süryani yemekleriyle donattılar. Yine bira istedim Ev yapımı şarapları varmış; peki dediğime çok pişman oldum. Feci bir koruk içtim!!!



Sigara inceliğinde yaprak sarma


Her yemekte mutlaka servis edilen şehriyeli bulgur pilavı.


Yumurtaya bulanıp kızartılmış içli köfte değişikti.


Patlıcan en çok kullanılan sebze. Fotoğraftaki patlıcanın ne olduğunu unuttum... Ezme gibi bir şeydi; ağız tadıma hiç uymadı ki bu sebzeyi çiğ verseler yerim.

Burada servis ettikleri lebeniye de (yoğurtlu buğday çorbası) Urfa'da içtiklerimizin eline su dökemedi.
Biraz Midyat çarşısında yürüyüş yapıp, gruptaki bütün kadınlar bu eşarplardan  - bunlar poşu değil, alıp başımıza bağlattık.


Hah-Anıtlı köyünde olağanüstü taş işçiliğine sahip Meryemana Kilisesini ziyaret ettik.





Sadece yirmi hanenin yaşadığı Anıtlı köyü...




Mardin’e geri döndüğümüzde şehrin çarşılarına girip bol bol şalvar alıp otele döndüm.

Yarın ayrılıyoruz.

Son günümüze Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi’ni gezerek başladık. Bu müze rahmetli Sakıp Sabancı’nın vasiyetiymiş ve kızı Dilek Sabancı’nın tamamı kendisine ait olan maddi katkılarıyla ortaya çıkmış. Ellerine sağlık diyorum.



Bu balmumu figürler çok başarılıydı. Taş ustasının kollarındaki tüylere kadar düşünülmüş.


Müzenin giriş kapısı.


Galeriler

Müzeden sonra istikamet Dara. Ören alanına vardığımızda sıcaktan fena halde bunalmış, kahve ve çay vaktimiz fazlasıyla geldiğinden acilen kahvesine konuşlandık.


Bu genç elinde kemençe ezgiler çığırıp durdu; bütün çocuklar sırayla hoş geldiniz; isminiz ne; size Dara'yı anlatayım mı ve son olarak da size bir fıkra anlatabilir miyim diye sordular:)



Bu kahvede içtiğim ayranı da başka hiçbir yerde içmediğimi yazmak zorundayım. Bol köpüklü, içinde bir dal taze naneli.... Kepçesiz servis yaptılar. Ben de, sanki anamın karnından ayran kepçesiyle doğmuş gibi, niye yok diye sordum... Meğer burada öyle servis edilirmiş.

Savur ilçesinde Dara Antik Şehri..... Burayı gör-e-meden dönseydik, çok üzülürdüm. Kaya mezarlarıyla, sarnıçlarıyla, zindanıyla, akla zarar bir yer....








Savur’a on kilometre uzaklıktaki Süryani köyü Kıllıt, hem protestan, hem katolik ve hem de Süryani kilisesine sahip olan dünyada sayılı yerler arasında. Kuş uçmaz, kervan geçmez yerler. Ve ne hazineler var buralarda.





Yerel işletmelerin çoğalmasına, desteklenmesine yürekten katılıyorum. Ancak, salt öğle yemeği için bozuk yolda yirmi kilometre gidip, bir o kadar kilometre geri dönülmesine ve sırf bu yüzden 15.30 uçağı yerine 22.35 uçağıyla geri dönülmesine de çok karşıyım. Hele ki gidilen yerde yemek yemekten başka yapılacak hiç bir şey yoksa.








Abdullah Bey Konağındaki öğle yemeği



Sunulan yemekler hep aynıydı. Farklı olan yukarıdaki fotoğraftaki "Fırkiye" denilen çağla yemeğiydi. Tatsız, tuzsuz bir şey....
Son durağımız Mayıs ayı başlarında gezdiğim Hasankeyf.


Diyarbakır'a ancak hava karardıktan sonra varabildik. Kapkaranlık bir şehir. Ne surlarını görebildik, ne de çok güzel olduğuna inandığım on gözlü köprüsünü. Köprüye kadar el yordamıyla yürüyüp, ucundan kağıtlara yazılmış dileklerimizi Dicle nehrine atıp gerisin geriye Erdebil Köşk'üne çıktık.

Ben BUZ gibi bir BİRA istiyorum. Varmış:)))))
Alkolsüz bira bardağında gelince bir an yüreğime inecek sandım; neyse ki... gerçek biraydı...

Hadi Diyarbakır'da da yöresel bir şey yiyeyim dedim. "Ayvalı Kebap" deyince, aklıma İstanbul'da Bamba'nın yapıp yedirdiği geldi ve ısmarladım. Bamba, ellerinize sağlık diyorum yeniden....




Gece yarısından sonra evime vardığımda, geziden hiç hoşnut kalmadığımı bir kere daha teyid ettim kendi kendime.

Çok sıkıldım; beni hiç heyecanlandırmadı Mardin. Bu ruh halim yazıma da yansıdı sanıyorum. Gülücük işaretleri atamadım; espri yapamadım. Ne yapayım, bu da böyle olsun. Fotoğraflarım bile iyi değil; kocaman lekeler var hepsinde:(( Lense tozlar yapışmış olmalı...

Başka bir gezimde yine beraber olana kadar, sağlıkla kalın, iyi kalın.