Sabah otelimizde güzel bir kahvaltı sonrası uzun gezimize başladık.
Ama önce otelin lobisinden iki fotoğraf. Paylaşmazsam, çok hakkını yemiş olacağım gibime geldi. Maalesef asansörü çekemedim.
Ama önce otelin lobisinden iki fotoğraf. Paylaşmazsam, çok hakkını yemiş olacağım gibime geldi. Maalesef asansörü çekemedim.
İstikamet Harran, Çoban ve Bazda Mağaraları, Han-El Bar’ür Kervansarayı, Şuayb Şehri Harabeleri ve Soğmatar Harabeleri.
Şehirden ayrılmadan önce tarihi Şanlıurfa Evini (Şurkav Kültür Merkezi) ve onarılarak otele dönüştürülmüş binayı gezip,
Yolumuzun üstündeki Eyüp Peygamber makamını ve kuyusunu gördük.
Sifalı olduğu söylenen suyundan da içip yola devam ettik.
Harran’a yaklaştığımızda rehberimiz, Akçakale’yi görelim mi diye sorunca, bize gezmek olsun, yeni yerler görelim diyerek, tamamdır dedik ve yönümüzü hiç değiştirmeden Akçakale’ye vardık.
Suriye karşımızda, iki metre ilerimizde.
İstanbul Haydarpaşa garından başlayıp Halep’te biten demiryolunun Türkiye’deki son durağı Akçakale Tren İstasyonu.
Eski kovboy filmleri gibi. Hani terkedilmiş kasabalarda rüzgarda savrulan çalılar, kapıları gıcırdayan barlar, sıcak, toz duman vardı. İşte öyle bir şey.... Gözünüzün önünde canlandı herhalde. Neredeyse öyle bir yer.
Katarlar önümüzde. Acaba fotoğraf çeksek mi, çekmesek mi diye düşünürken, çekin çekin, Türkiye’desiniz; tabii ki çekin, dedi birisi. İstasyon görevlisi. Önce el sıkıştık. Sonra da deklanşöre basmaya başladık.
İstasyonun su deposu susuz, gişeleri boş, fiyat tabelası anlamsız , çanı sessiz.
Suriyeli göçmenler için kurulmuş olan çadır kenti geçerek Harran’a yönlendik.
Harran Ova’sını geçerken hissettiklerim garipti. Hayatında ilk kez denizi görmüş insanların şaşkınlığı vardı üstümde. O koca Harran Ovası demek burasıydı. Hani o Harran işte....
Sıcak. Çok sıcak.
İşte kubbeli evler. Bu evlerin iki kilit taşı olurmuş. Onları yerlerinden çıkarttığında, çökermiş.
Ben Türkiye’de kendimi Kapadokya ve Dalyan’da hep üçüncü boyutta hissetmişimdir. Harran ve sonrasında da Halfeti boyut sayımı dörde çıkaran yerler oldular.
Fakirliğin diz boyu olduğu yerler. Çocuk, çocuk yine çocuk. Okutulmayan kız çocuklarına karşı, okumayan oğlanlar. Fakir Baykurt romanlarından fırlamış insanlar.
Aynı eski fotoğraflardaki gibi sümükleri burunlarında kurumuş, güzel yüzlü, güleç çocuklar. Dilini anlamayan ve senin dilini anlamadığın. Ancak ilk okula başlamış çocuklarla iletişimi sağlayabildim. Diğerleriyle sadece el ve göz teması kurulabildi.. Hele o sümüklü oğlanla..
Rehberimiz, yolda yemek için bir şeyler almamızı söylemekte biraz geç kaldı sanki. Etrafta ne bir bakkal ne başka bir şey vardı. Kuş uçmaz kervan geçmez; Tanrı'nın bile unuttuğu yerler.
Biz ne yapalım ne edelim diye düşünürken, mor kadife elbisesinin içinde genç bir kız, ayran ister misiniz diye sordu. Eyvallah dedik. Kulübemsi bir “evden” bir sürahi ayran ve bir bardak getirip bize ikram etti. Afiyetle içtik. Bir baba, sigara içen asık suratlı, hükümet konağı gibi bir ana, sayısız çocuk... Genç bir kadın, kocağında bir oğlan.
Adamın ya altı veya sekiz çocuğu varmış. Ne zoruna dedik... Ne olacak bu çocuklar.. ne iş tutacaklar, nasıl büyüyecekler.... Bana ne diyor. Okuyacak olsalar memur mu olacaklar, etrafta o kadar memur varken bize mi sıra gelecek diye sıralayıp durdu.
Kucağında oğlan çocuğu tutan en büyük kızıymış. Yirmi dokuz yaşında ve üç erkek çocuk anasıymış. Bari sen aklını kullan, burada dur dedik... O da bizi dinleyecekti ya.. Boynunu eğdi, gülümsedi.
Ayranlara teşekkür edip, ama bir taraftan da söylenerek ayrılmak üzereydik ki, içlerinden birisi, katık ister misiniz diye sordu. Evet, valla isteriz. Yine aynı genç kız aynı yere girip bize bir tomar lavaş benzer katıklarımızı getirdi. Tekrardan teşekkür ettik, ve hâlâ söylenerek yanlarından ayrıldık.
Sonrasında bir süre konuşamadık.
Tam öğlen vakti, tam öğlen sıcağında zaman tünelindeki yolculuğumuza devam etmek üzere Harran'dan ayrıldık.
Harran’dan sonra Şuayb şehri ve Soğmatar tarafına doğru yola devam etmek isteyenleri uyarayım. Yol çok kötü ve gördükleriniz o eziyete değmiyor. Toplamda otuz kilometrelik yolu neredeyse üç saatte aldık. Hayır illa göreceğim diyenlere ise tavsiyem, yanınızda bolca su ve yolda ağzınıza atabileceğini iki üç lokmalık bir şeyler bulundurun. Bakkal dahi yok. Benzinci de yok ki, onun marketi olsun.
Karşımıza ilk olarak Çoban ve Bazda mağaraları çıktı. Bunlar, Şuayp ve Soğmatar harabelerindeki taşların çıkarıldığı eski taş ocaklarıymış. Günümüzde kullanılmıyorlar.
Çoban mağaralarını pas geçip Bazda mağaralarında soluklandık.
En fazla iki haneli yerleşim bölgesinden yine inanılmaz bir çocuk ordusu sardı etrafımızı. Mağaralar hakkında rehberimizden çok daha fazlasını bildikleri kesin. Mesela görmek istediğimiz bir bölgeye, orada bit var abe diyerek uyarıldık.
Bizi başka bir mağaraya yönlendirdiler. O kayaların üstünden, arasından keçiler gibi atlaya atlaya gözden kayboldular. Bunlar düşmez mi.. düşseler kafaları, bacakları kırılmaz mı... Anaları babaları yok mu... O kadar çoklar ki, sanki biri kaybolsa kimsenin umurunda olmaz gibi kötü bir hisse kapıldım.
Bazda mağaralarından ayrılırken rehberimiz çocukların en büyüğüne ufak bir bahşiş verdi. Anında ortalık birbirine girdi. O kadar ki, oğlanlardan biri yanımıza gelip, şu parayı geri al abe, telef olacak, bile dedi.
Geri almadık.
Bu güzergahta Harran’dan sonra en görülmeye değer yer Han-El Bar’ür Kervansarayı oldu. El Bar’ür Arapça keçi pisliği anlamına geliyormuş. Gerçekten heybetli bir yapı.
Bu kervansaray, Soğmatar’a – son durağımız - giden yolun neredeyse yarısındaydı. Aynı bozuk yolu geri döneceğimize ilerlemeye ve görmek istediğimiz yerleri gezmeye karar vererek yola devam dedik.
Şuayp Şehri Harabeleri tam bir hayal kırıklığı oldu. Sıcak bir taraftan, açlık diğer taraftan. Bir de Romalılar devrinden kaldığı söylenen şehirde ayakta hiç bir şey göremeyince – hiç bir kazı çalışmasına başlanmamış – şöyle bir dolaşıp son bir gayret yolumuza devam ettik. Fotoğraf bile çekmemişim.
Soğmatar da büyük bir hayal kırıklığı. Ancak Şuayp şehrine göre biraz daha büyük bir yerleşim bölgesi. En azından bir okulu var. Küçük baş hayvancılık gelişmiş. Yol boyunca bol bol sürülerle karşılaştık. Yine hayatımda bir ilk, kadın çoban gördüm. Hatta iki genç kız çobana su bile verdik.
Ben harabeleri gezmek için arabadan bile inmedim. Eski taş ocağını gezen diğer arkadaşlarım, kayanın içinde çok güzel bezemeler, kabartmalar olduğunu söylediler. Görmediğime içim yanmadı açıkcası. Onun yerine etrafımı çeviren kızlarla konuşmaya çalıştım. Hepsi en az beş kardeşli. Babaları işsiz. Babası muhtar olan güzellik, bunu söylerken çok utandı. Muhtar kızı olmak ..... Yaşlarını tahmin etmeye çalıştım. Hiç birini tutturamadım. Yedi yaşında dediğim dokuz; on bir yaşında dediğim yedi yaşında çıktı. Fotoğraflarını çektim; önce utandılar, sonra gösterince çok güldüler.
Ve Urfa’ya devam. Anayola çıktığımızda kendimizi medeniyetin tam ortasında bulduk sanki!!
Şehre vardığımızda otele hiç uğramadan, toz toprak içinde kendimizi Sıra Gecesinde bulduk. Önceden yer ayırtmamış olsaydık, inanıyorum ki hiç birimiz gitmek istemezdik. Otele gidip bir duş almak, ayaklarımızı uzatıp oturmak çok çekici gelecekti, eminim.
Ama yorgunluğumuzun faydasını sıra gecesinde görmedik değil... Ben hayatta yerde, minderde oturmayı bilmem. Oturamam. Ayaklarım uyuşur, dizlerim ağrır, vs vs. Ama minderlere oturup sırtımızı dayadığımızda... ohhhh, dünya varmış dedik.
Urfa hiç tahmin ettiğim, kafamda, hayalimde canlandırdığım Urfa değil. İki kadın, bir sıra gecesinde çok rahatça oturup yemeğimizi yedik; şarkılara eşlik ettik, el çırptık. Ne biri baktı, ne bir laf etti. Beyoğlu’nda bu kadar rahat eder miydik, bilmiyorum.
Sıra gecesinin olacağı bölüme girerken ayakkabılar kapının önünde çıkartılıp, aynı camilerdeki gibi ayakkabılıklara konuluyor. Sonra sizi oturacağınız minderlere alıyorlar. Bizim oturduğumuz yer çok güzeldi. Çalgıcıları çok rahatça izleyebildik.
Masaya Lebeniye (ayran aşı) ve Bostana (nar ekşili salata); içecek olarak da ayran konmuştu. İçki yok. Açlıktan midemiz sırtımıza yapışmış, hemen kaşıkladık.
Sonrasında, en üstte lahmacun, yanında kızarmış içli köfte, onların altında patlıcanlı kebap olan tabak geldi. İçli köfteyi beğenmedik.
Bu arada çalgıcılar da “programlarına” başladı. Davullu, zurnalı, gitarlı bir grup. Türküler söylendi. Çocukluğumu anımsatan, artık hiç duymadığım ezgiler. Lelele çeken kadınlar. İlginçti.
Grup bir saat kadar çaldıktan sonra ara verildi. O arada masamıza hayatımda yediğim en kötü çiğ köfte geldi.
Grup yeniden sahne aldığında, sıra isteklere gelmişti. Masa masa dolaşıp istekler alındı. Çökertme bile çalındı; iki bayan tarafından da oynandı.
Masalar dolaşılıp istekler alınırken grubun kart vizitleri dağıtıldı ve bahşiş toplandı. Ben kartvizitlerini gördüğümde koptum: xxxxx xxxx eşliğinde URFA ATEŞİ Sıra Gecesi Grubu!! Web siteleri bile var. Yurdum insanının yaratıcılığına şapkamı bir kez daha çıkarttım.
Hadi artık kalkıp otelimize gidelim, yatalım, yarın yine uzun bir yolculuk olacak derken, tatlı servisi yapıldı. Şıllık... Krep içinde fıstık, kaymak; üstünde şerbeti!!!
Kişi başı bunca yemeğe, müziğe kırk lira ödeyip mekandan ayrıldık.
Otelimiz bulunduğumuz mekana çok yakın olduğundan yürümeye karar verdik. Balıklı Göl ışıklandırılmış. Pırıl pırıl. Her yer insan kaynıyor. Gecenin onunda Urfa’da sokakta sigara bile içtik...
Bizimle sıra gecesine gelmeyen üçüncü arkadaşımız ise rehberimizle gölün kenarında piknik yapmış. Onun ağzından yazıyorum: Göle doğru ilerlerken, Bülent bey (rehberimiz) sokak ortasında tezgah açmış bir lahmacuncuya gidip bir paket dolusu lahmacun almış. İki tane de ayran verilmiş yanında. Bizimki, bir ayran daha istemiş; teşekkür etmiş ve hiç bir şey ödemeden arkadaşımızın yanına gelmiş. Tam, ne oldu, neden, niye para vermediniz diye soracakken, rehber, Taziye Evi lahmacunları bunlar demiş!!! Lahmacunları alırken taziye dileklerinde bulunmuş; yerken de duasını etmiş....
Evet, Urfa gezimiz bitti. Yarın bu güzel, çok değişmiş, çok modernleşmiş şehirden ayrılıyoruz. Halfeti’yi dolaşıp son durağımız Gaziantep’e geçeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder