Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Halfeti, Birecik, Zeugma; III. Gün; 1 Mayıs 2013

Bugün Urfa’dan ayrılıyoruz.

Halfeti, Birecik ve Zeugma üzerinden Gaziantep’e gideceğiz.

Sonunda suyun içindeki minareyi ben de göreceğim için mutlu, heyecanlı ve de gururluyum.

Dün geçtiğimiz Harran – Soğmatar arasındaki yol dışında, her yer duble yol olmuş. Otoban da var; ama rehberimiz duble yolları tercih etti. Etrafta görülecek daha çok şey var dedi ki bence haklı.

Yüz otuz kilometrelik yolu çabucak aldık.

Halfeti önümüzde. Görüntü hepimizi çarptı .



Yol kıvrıla kıvrıla bizi Birecik Barajı suları altında kalan merkeze getirdi. Buradan tekne turuna başlayacağız. Ama öncesinde etrafı dolaşıp fotoğraf çektik.





Fırat nehri kenarında kurulmuş bu eski yerleşime bayıldık.

Tarihçesi de oldukça eskilere dayanıyor. MÖ 855 yılında Asurlular tarafından ele geçiriliyor. Sonrasında Yunanlılar, Süryaniler ve Arapların egemenliği altında kalıyor. İkinci yüzyılda Bizanslılar tarafından fethedildikten sonra,  1290 yılında Memluklar ve son olarak da Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlılara katılıyor. Her yeni fetih sonrasında ismi de değişiyor.

Baraj suları altında kalan şehir merkezinin Yeni Halfeti’ye taşınmasından sonra, burası turizm ve alternartif spor aktiviteleri açısından yükselen değer haline gelmiş.

Baraj suyu masmavi. Kürek, rüzgar sörfü, yelken yarışları yapılıyormuş bu sularda. Yasakmış ama, gençler yüzdüklerini söyledi.

Oldukça kalabalık bir günde gitmişiz. Tekneler sürekli sefer halindeydi. Bir Mayıs olduğunu unutmuşuz. İnsanlar güneşli havayı ve tatil gününü bulunca akın akın buraya gelmişler. Hafta sonları da iğne atsan yere düşmüyormuş.


Halfeti usulü Starbucks!!!

Rehberimiz bizim için özel tekne tutmuş. Yani biz bizeydik. Çocuk kaptan ve onun çocuk yardımcısı eşliğinde göle açıldık. Ve benim benlikten çıkma halim de öylecene başladı.

Ayaklarımı serbest bırakıp teknenin ucundan uzatıp deklanşöre basmaya başladım. Ara sıra karşı yönden gelen teknelerin yarattığı dalgalarla ıslandım. Buz gibi suyun keyfini sonuna kadar çıkarttım.


Urfa'dan ayrılır ayrılmaz şortlar giyildi...

Fotoğraflarımı çeken Tülin'e çok teşekkür ediyorum.

İzlenimler.











Suyun altında kalmış elektrik direği ve o meşhur minare. Çok güzeldi, çok.




Ben en azından iki, üç saat daha gölün üstünde gezeriz diye hayal ederken, pat diye çıkış noktamıza geldik. Çook bozuldum, çok.


Banu'nun tekne gezisi bitti diye üzüntüden kahrolmuş hali!!
Hediyelik eşya satanlardan Halfeti magnetleri alıp minibüsümüze bindik ve Birecik’e, önce Kelaynak kuşlarını görmeye, sonra da öğlen yemeğimizi yemek üzere yola düzüldük.

Yeni bir hayvan göreceğim ya, bir heyecan, bir mutluluk bendenizde. Kelaynaklar; keltoş aynaklar)

Birecik, bu kuşların göç yolları üstündeki en büyük yerleşim yeriymiş. Kuşların gelmeleriyle tarlalardaki ürünlerin filizlenmeye başlaması aynı zamana denk gelirmiş. Tarla zararlılarıyla beslenirlermiş. Zaman içinde tarlaların yabancı maddelerle sulanması, gübrelenmesi sonucunda, bu kuşlar kendilerine yetecek besini bulamadıklarından, ilçeden kanat seslerini kesmişler. Bunun üzerine  kuşları korumak ve çoğaltmak amacıyla bir çalışma başlatılmış. Beş adet kuş koruma altına alınmış. Büyük tel kafeslerin içine konulmuş. Şimdilerde sayıları yüz elli beş tane olan kuş yaz kış burada yaşıyormuş. Yaz mevsiminde doğada serbestçe uçup yumurtluyorlar; göç mevsimi geldiğindeyse, yemleri kafeslerin içine konulup hayvanlar içeri alınıyor;  sayılıp dökümleri yapıldıktan sonra da kafes örtülüyormuş. Kafes deyinde, kanarya kafesi gelmesi akla lütfen... Ciddi büyük alanlardan söz ediyorum. Kuşlar da kuş beyinli işte... Kalkıp gitsenize... ne giriyorsunuz içeri!!!

Biz gittiğimizde hayvanların yumurtlama dönemiymiş. Çok hassas ve ürkek olduklarından “yaşadıkları” alana girmek yasaktı. Sadece uzaktan ne görebildiysek – hiç bir şey göremedik; onu fotoğraflamaya çalıştık. Yani kel miydi, değil miydi, bilemiyorum... Başkalarının yalancısıyım...


Kelaynakları Koruma Derneği’nden t-shirt, bulaşık kurulama bezi alıp, gezimizin ancak üçüncü gününde hakiki Türk Kahvemizi aman da bir keyifle içip hemen Fırat Nehri kenarındaki Sahil Lokantası’na yemeğe gittik.

Yarabbim, yine mi kebap yiyeceğiz.... Balık bulunur mu diye bir sorasım geldi.. Aslında aklıma gelmezdi sormak.  Facebook’da yer bildirimi yaparken, bir arkadaşımın  Şaput (göl balığı) şiş ye, çok lezzetlidir diye yazması tetikledi beni. EVET, BALIK VARMIŞ.....  Hemen, derhal nasıl hazırlanıyorsa, o şekil gelmesini istedik. Öncesinde de Lebeniye, ve ortaya büyük bir salata ısmarladık.  Bira... Hem de buz gibi.

 


Acı sosla marine edilmiş balık servis edildiğini de görmüş ve  tatmış oldum. Zaten, eğer kılçıkları olmasaydı, çok rahatlıkla tavuk yedik diyebilirdim. Gerçekten çok lezzetliydi. Bunlar deli!!!

Oturduğumuz lokantadan gördüğümüz Fırat nehrinin iki yakasını bağlayan köprü, rehberimizin anlattığına göre, İstanbul’daki Boğaziçi Köprüsü yapılmadan önce, en uzun  olanıymış.

İnşaat başlamadan önce iki yaka arasında “kelek” diye adlandırılan kayıklar çalışırmış. İnşaat bittiğinde “kelekçiler” işlerinden olacaklarını anlayınca,  şantiyede çalışan baş mühendisi öldürmüşler....

Günün kelimesi: Kelek.....
Kelek atmak, keleğe gelmek....

Yemeğimizi yiyip, köprünün ve keleklerin hikayesini dinleyip, cep telefonlarımızın pillerini tazeledikten sonra yine yollardayız.

Rehberimiz Birecik’de Urfa Kapı’sını mutlaka görmemiz  gerektiğini söyledi. İyi ki gördük.

İlçeyi kuşatan harap haldeki surlardan günümüze bazı burç kalıntıları ve kısmen ayakta kalabilmiş iki kapı ulaşmış.

Günümüzde sağlam kalabilmiş tek kapı özelliğini taşıyan Urfa Kapısı, doğu kapısını boydan boya dolaşan şerit kitabeye göre 1483 yılında Memluklu sultanı Kayıtbay tarafından Yunus es-Şerefi'nin yönetiminde yaptırılmış. Ana malzemesi kesme taştır.




Üç kişi, hem de kadın, dakikalarca bir taş kapının altını üstünü fotoğraflarken halk tarafından o kadar hayretle izlendik ki, anlatamam.



Pek de haksız sayılmazlar galiba:)) Bu fotoğraf  için de Selçuk'a çok teşekkürler.

Adamın biri, kapı yerine beni çek, deyip, üstüne üstlük bir de poz verince, dayanamadım, memnuniyetle dayı, dedim.




Gaziantep’e varmaya az kala son durağımız Zeugma Antik Kenti olacak.

Birecik barajından geçerken, tam kenarında kurulmuş olan Suriyeli göçmen kentine hiç bir anlam veremedik. Bu çadır kentin alt yapı sorununun olmadığını varsaymak istedik.

Zeugma’dayız.

Hava cehennem.

Ve ben müze gezmesini hiç, ama hiç, asla ve kata sevmem. Bu bir itiraftır.

Müze gezerken çok sıkılırım. Baygınlıklar geçiririm. Her an bir sedyeyle beni dışarı çıkarmaları gerektiğini düşünürüm. Bu huyumu da bütün arkadaşlarım, tur rehberleri bildiğinden, bana baskı yapmazlar. (Bir örnek vermem gerekirse, yıllar önce Özbekistan’da yine bir müze gezisi öncesi, ben izin istemişken, rehberimiz, ama Banu Hanım, Hazreti  Ali’nin el yazması Kuran’ı var içerde, demesi üzerine, bana ne, demiş ve onlar dışarı çıkana kadar bir kahvede oturup çayımı sigaramı içmiştim.)

Zeugma’yı da gezmeyeceğim dedim. İstemiyorum. Bu kadar.

Grup gitti. Tam çardak altında püfür püfür esen bir yer bulup nefeslenmeye başlamışken, cep telefonum çaldı. Gruptan bir arkadaş. Banu, buralara kadar gelip de bunu görmemen yazık olur; lütfen gel ve sen de gör, dedi. Fikirlerine güvendiğim bir arkadaş olduğundan, ama ufaktan söylenerek, gittim, gördüm, çok beğendim; iyi ki gelmişim, iyi ki aradınız, dedim; ama iki dakika dolaşıp fotoğraf çekip kendimi dışarı attım ve tekrar çardağımın altına döndüğümde inanılmaz mutlu oldum.







 Tamam, sevmem falan ama, gerçekten çok ilginç bir yerdi. Bir kere olduğu gibi koruma altına alınmış. Yani herhangi bir taşıma olayı yok. Koruyucu konstruksiyon son derece başarılıydı. Ve bu düşüncenin mimarının bir Türk olması daha da heyecan verdi.

Artık Gaziantep’teyiz.




Şehrin girişinde bizi karşılayan İpekyolu kervanları.... Bunları çok sevdik.

Gruptaki diğer iki bayan, gün boyu çiğ köfte hayaliyle yaşadıklarından, aslen Antepli olan rehberimizle, önceden telefon edilerek ısmarlanmış köfteleri yemek üzere, hiç otele uğramadan, doğrudan lokantaya gittik. İki porsiyon köfte afiyetle lavaşa sarılarak yendi. Minik ve zehir zıkkım acı biberlere dokunulmadı.  Rehberimiz o biberlere ve tabakta kalan iki üç köfteye kıyamamış olmalı ki, hepsini bir lavaşta toparlayıp gözünden yaş bile akmadan iki lokmada yiyip bitirdi.

Ben sadece onları seyredebildim. Midemde su içecek yer dahi yoktu.

Gece haliyle gözümüze pek bir hoş gelen Zeynep Hanım Konağı’na vasıl olup, aslında fazla yumuşak olduğunu ancak ertesi gün anladığım yatağıma kendimi atıp, anında deliksiz uykuma daldım.

Yarın sakin bir gün. Hep şehri gezeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder