Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Aralık 2016 Perşembe

Bucovina Bölgesinde Botus Diye Bir Yerleşim Var

Bu yazımda sadece Botus'u anlatacağım. Ara duraklar daha sonra..  O kadar özeldi ki.

Bugün Maramureş'den ayrılıp Transilvanya bölgesine geçiyoruz.

Her şey değişti. Bitki örtüsü, insan yapısı, ahşap dokusu... Benim gönlüm Maramureş'te kaldı.


Son ahşap örnekleri. Yol kenarındaki çöp kutuları..





Maramureş'e ait son fotoğraflar.

Uzun ve yavaş seyrettiğimiz bir yolculuktan sonra, sora sora 2 gece konaklayacağımız Botus'a vardık. Hangi devirdeyiz acaba? Heidi şu tepenin üstündeki evde yaşamıyor muydu? Peter de birazdan çıkıp gelir her halde.

Pansiyonun büyük ahşap kapısını arabadan inip açıp, araba girdikten sonra yine örtüp gür bir havlama sesinin geldiği yöne doğru yürümeye başladım. Etrafta kimsecikler yok. Sessizliğin sesi ve sadece bir havlama.


Ama ben bunu istiyorum. Her bir patisi benim 2 bileğim kalınlığında olan bir kız. Hayatım boyunca köpeklerden hiç korkmadım, ancak bu güzellik beni şöyle bir durdurdu. Hoplamasından, havalara zıplamasından, kuyruğunu sürekli sallamasından beni sevdiğini anladım, ama ne olursa olsun. Bir sahibi gelsin, tanıştırsın, sonra kucaklaşacağız...

Olağan dışı gürültüler üzerine - motor sesi, havlama, bizlerin memnuniyet çığlıkları - ev sahibesini gördük. Gencecik bir kadın yerel kıyafetleri ve yüzünde kocaman bir gülümsemeyle geldi. El sıkıştıktan sonra benim ilk sorum köpeğin ismi oldu (ertesi gün unutmuştum.. sebebini yazacağım).

Yazık, hep bağlıydı. Onu gezdirmek öyle her babayiğidin haddi değil gerçekten. Adamı savurur. Öyle bir kuvvetli hayvan. Ama mecburlar. Bu ıssızlıkta bu hiçlikte başka türlüsüyle olmaz.


Köyde dolaşırken her evin köpeği olduğunu gözlemledik. Ancak diğer hayvanlar yukarıdaki fotoğraftaki gibi etrafı telle örülmüş daha geniş bir alanda yaşıyor ve dolaşabiliyorlardı. Bir tek bizimki zincire bağlıydı.


İçi dışı tamamen ahşaptan yapılmış bu pansiyonda 2 gece geçirmek olağanüstü bir deneyimdi. Bu süre zarfında köyde olduğumuz zaman diliminde telefonlarımız kullanıma kapalıydı. İnternet yoktu. Her şey ev veya el yapımıydı. Üstteki fotoğraftaki salıncakta sallanmak, kahveyi, ev yapımı likörlerini orada içmek parayla satın alınacak şeyler değil.


Maramureş ve bu bölgede kaldığımız her otel odası perdesizdi... 1) seni görecek veya senin göreceğin bir başka oda veya bina yok karşında. 2) gece gözünü açtığında milyarlarca yıldızı tepende görmek çok farklı bir şey. Başta alışmakta zorlandım ama uykum gelince de uyumak zorunda kaldım.





Sonsuzluk duygusunun ne olduğunu ben burada anladım. Kimi arkadaşlarım Moğolistan steplerini öyle adlandırıyorlar. Haklı olabilirler, ama ben katılmıyorum. Oradaki, hiç değişmeden saatlerce süren bir tekrardı. Burada ise, birbirini enine veya boyuna kesen çitler, yere dökülmüş pirinç taneleri gibi sağa sola serpiştirilmiş evler, kulübeler, tüten bacalar, ağaç, orman, atlar ve büyük baş hayvanlar o sonsuzluk hissini pekleştirirken, bir farklılık da yaratabilmişti. Öz cümle bir devinim vardı. Bu yüzden de çok özeldi.


Pansiyondan gördüğümüz bir başka manzara da yukarıdaki manastırdı. Orada olması gereken, oraya en yakışan manastır herhalde böyle olmalıydı. Ve içinde yaşam olan. Rahibelerin çan yerine günün belli saatlerinde ellerindeki tokmaklarla bir ahşaba vurarak köyün her tarafından duyulabilen o ses...

Hep yazdım, yineleyeceğim; burası beni inanılmaz etkiledi.


Araba yok.. Var da tek tük. Genelde de kağnı arabaları. Yürürken sıklıkla karşılaşılan komşular... Uzun bir süreden sonra ilk kez kocaman kocaman hayvan dışkılarına basmamak için hoplayıp zıplamak zorunda kaldığım için ayrıcana mutluyum. Ne kadar özlemişim doğal yaşam ve hayatı.


Malum banklar. En son çocukluğumda kalmış süt güğümleri.


Sonsuzluğun ortasında, onu bölen bir kulübe. Hiçlik sonra devam ediyor...







Burada da çitler beni benden aldı.


Sana da günaydın, günaydın. Mutlu sabahlar. Güler yüzlü insanlar.




Kişilere ait dönümlerce arazi var. Hatta bir çoğunun ormanlık alanda dahi hisseleri varmış. Mevsimsel zorluklardan dolayı tarım fazla yapılamıyor. Onun yerine hayvancılık en büyük geçim kaynakları. Süt ve süt ürünlerinden yapılan her ürün kendileri tarafından imal ediliyor.



Karanlık 2 fotoğraf olmakla birlikte paylaşıyorum. Pansiyonun lobisi diyerek komik olacağım ama, öyle bir yer. Kahvaltı ve akşam yemeklerini burada yedik.

Ah bölgenin o kahvaltıları... Ekmekler dahi kendi ellerinden çıkıyor. Reçeller, çeşit çeşit peynirler, süt, kaymak, bal, taze sıkılmış hayatta ismini ilk kez duyduğumuz orman meyvelerinden nektarlar, kahve.

Her şey o kadar doğaldı ki. Ev sahibimiz çay veya kahve için sıcak suyu emaye bir tencerenin içinde servis yaptı. Servis yapmadı da, masanın üstüne bıraktı. Su bittiğinde veya soğuduğunda, mutfak ve kendi yaşama alanları olarak kullandıkları diğer binaya kadar yürüyüp suyu ısıtıp yine geri geldi. Dayanamayıp, şuraya bir su ısıtıcısı satın alsa da, gidip gelmese, yazık ona, dediğimde rehberimiz, yürümese bu kadar zayıf olmazdı yanıtı verdi. Ben de sustum!!!

Bu arada hazır yeri gelmişken köpeğin ismini ertesi gün niye unuttuğumu yazayım:)) Rehberimiz beni bir ara kenara çekip, Banu pansiyon sahibi genç kadının ismini sormayı ihmal etme, deyip beni uyardığında aydım, kendime geldim!!! Köpeğe o kadar odaklanmışım ki, kadıncağızın ismini sormak aklıma gelmemiş o an işte...

Müsait bir zaman diliminde, senin ismini unuttum ben ama, diye ufak bir yalan söyledim. Sevinçle, D'ana, dedi... Köpek bitti.. Ara sıra böyle dangalaklıklarım oluyor işte. Hele ki konu hayvansa.. Ne yapayım.

İşletmeyi ana kız beraber çalıştırıyorlar. D'ana Fransız Dili ve Edebiyatı okumuş 28 yaşında güzeller güzeli bir kız. Bekar. Burada yaşıyor. Kış aylarında biraz canı sıkılıyormuş, ama ona da çare bulmuş. Yöresel motiflerden ceketler, elbiseler, örtüler vs dikiyor. Önemli dini günlerde de giyiyormuş. Kış mevsiminde etraftaki okullarda Fransızca ders ver önerisine cık dedi. O kadar mutlu yani.

Koca araziyi annesi orakla biçiyor. Kadın makas kullanır gibi orak sallıyor. Denemek ister misin dedi, ya evet, ilk iş parmağımı kopartırım. Sağ ol.. Yine bir büyük şehirli düşüncesiyle, neden işçi kiralamıyorlar diye soracak oldum, kendisi yapabiliyorken ne gerek var ki yanıtıyla dersimi aldım. Ve artık ondan sonra tamamen sustum...

Ama neyse ki, binaları kendileri inşa etmemişler!!! Erkek kardeşleri yardımcı olmuşlar.



Atlar, büyük baş hayvanlar, möööö sesleri, tezek kokularına karışan is, odun kokusu. Çok farklı bir dünyada özel 2 gün geçirdik.


Ormanın içine uzanan uzun ince yolda yürümek ve havanın buna izin vermesi ...


Yabani çiçekler olmadık yerlerde.


Ve ayrılık günü...

Cornelia'ya bu güzel yerleşimi bize gösterdiği için çok müteşekkirim.

Cornelia'nın iletişim bilgileri: cornelia@maramuresguide.com

Bir diğer yazımda görüşene kadar iyi kalın, sağlıkta kalın.

16 Aralık 2016 Cuma

Karlovy Vary

Prag'da üstümüze üstümüze gelen insan seli nefes almamızı bile güçleştirdiğinden şehir dışına çıkalım deyip günümüzü Karlovy Vary'de geçirmek üzere bir tura yazıldık.

Başkente 1.5 saat uzaklıktaki şehir gezimize dünyaca ünlü Moser Cam Fabrikası ve Müzesini gezerek başlıyoruz.



Fabrikanın bahçesinde sergilenen cam eserler.


Camın uç kısımlarının aldığı veya verildiği şekiller.




Bu garip cam heykel ilkbaharmış...


Bu ise kış... Yapan kişi, yani Jiri Suhajek (ismin neredeyse her harfinin üstünde bizim alfabede olmayan işaretler var!!!) öyle diyorsa, doğrudur. Ben anlamıyorum.



İmalat bölümü çok büyük değil. İrili ufaklı fırınların önünde cam ustaları hep ayakta, üfleyerek, ateşe tutarak, büyüterek, veya küçülterek camı şekilden şekle soktular.

Yapılan her ürün ciddi paralara satılıyor. Dükkan bölümü de gezildi tabii ki. Standart bir eve sokulamayacak boyutta eserler de vardı. Minimalizm almış başını giderken, bunlar ancak saraylarda, büyük büyük şatolarda oturanlar tarafından satın alınır diye düşündüm.


Öğlen yemeğini aldığımız yerin manzarası. Yeşile ne kadar hasret kalmışım meğer.


Karlovy Vary'de ihtişam ve lüksten başka bir şey yok.

Bu bölge krallık döneminde önemli bir av alanıymış.

Krallardan biri köpekleriyle avlanmaya çıktığında,  hayvanlardan bir tanesinin sıcak suya düşerek ölmesinden sonra bu termal kaynakların varlığından haberdar olunup hemen işleme alınmış.

İçme sularının da bir çok derde iyi geldiği söyleniyor.

Spa merkezleri, sağlık klinikleri (özellikle obetize)  zaten var olan ününe katma değer katmış.

Adımını atmayan bir ünlü neredeyse yok. Müzisyenler, şarkıcılar, bestekar, kont&kontesler, krallar&kraliçeler, devlet erkanı.....


Yaz aylarında gelenler sıcaktan bayılmasınlar diye, yukarıdaki gibi bol işlemeli  içlerinde ufak konserler verilen "pavyonlar" inşa etmişler.


Pavyonun iç kısmı. 2 otel daha sığabilecek kadar geniş....


Taze kremalı pastalar şeklinde hoş binalar, lüks butikler; ortadan akan bir nehir, binaların arkası orman. İnsan daha ne ister ki...





Fotoğraftaki binanın sahibi her kimse bizi öldürdü. Adam doymak bilmemiş. 3 ada 5 parsel üzerine bina üstüne bina yaptırmış.... Günümüzde Pupp Hotel, Pupp Casino, Pupp Cafe, Pupp Cafe Bar, Pupp Birahane, Pupp Şaraphane, Pupp Konyak Evi olarak hizmete devam ediyor...

Her bina zamanında mesken olarak inşa edilmiş. Ne zaman ki şehre termal kaynaklardan faydalanmak üzere aristokrat kesim akın etmeye başlamış, var olanlar hemen otele dönüştürülmüş. Yani hiç biri yeni değil. Tarihçeleri oldukça eskilere dayanıyor.


Pupp'ların sahibi olan kişi, daha makul bir yerim de olsun diyerek bir de yukarıdaki binayı da inşa ettirmiş  (bana kalırsa burada hizmetkarları yaşıyordu!! Ötekine göre o kadar "sade" ki) Böylesi de var mı diye soracak olanlara, evet var işte demiş sanki... Tabii ki günümüzde otel olmuş.

Şehirdeki Modern Sanatlar Müzesi ile Opera&Bale Binaları olduğunu da yazmam gerekecek; zira şehrin hepsi bu.

Evet, çok düzgün, çok kaliteli, son derece ağır başlı bir yer. O otellerden birinde turist olarak gecelemeye kalkarsanız, bence sıkılırsınız. Ama günü birlik tura katılırsanız, çok keyif alarak geri dönme olasılığınız oldukça yüksek.

Bütün bir günümüzü o kadar keyifli geçirdik ki, iyi ki geldik, gezdik dedik.

İyi kalalım, sağlıkta olalım.

Devam edecek....