Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Şubat 2014 Salı

Antakya

Hafta sonunu geçirmek üzere bu sefer de rotamı Antakya’ya çevirdim. Ufak bir grubuz. Rehberimiz de yöreye fazlasıyla hakim biri.

Sabiha Gökçen Havaalanından kalkan uçağımız bir buçuk saat kadar süren bir yolculuktan sonra küçük  ama çok modern Hatay Havaalanına indi. Herkesin çantaları yanında olduğundan hemen alandan çıkıp aracımıza bindik.

Gezeceğimiz ilk yer Antakya Müzesi.

Antakya Müzesi daha büyük ve modern bir yere taşınıyormuş. Yetkililer on beş güne kadar açılışın yapılacağını söylediler. Sergilenen eserlerin büyük bir bölümü yeni yere götürülmüş. Bu yüzden meşhur lahiti ve mitolojik sahneleri barındıran birkaç büyük duvar mozaiklerini görüp bilgi aldıktan sonra müzeden ayrıldık.




St.Pierre Kilisesini dışarıdan görmeye çalıştık. Geriye fazla bir şeyin kaldığını söylemek çok zor.( Bu bölge deprem hattının üstünde konuşlandığından, tarihi boyunca defalarca büyük yıkıntılar, felaketler yaşamış.) Kilisenin kesin inşa tarihi bilinmemekle birlikte Aziz Petrus'un ilk kez vaaz verdiği yer olduğuna inanılır. Hıristiyanlığın Roma Devleti tarafından resmiyet kazanmasından sonra kilise formatına geçmiştir. 
St. Pierre Kilisesi, kendilerini ilk kez Hıristiyan olarak adlandıran insanların dinsel yaşamına tanıklık etmiş, özellikle Aziz Petrus'un ilk papa olarak kabul edilmesinden dolayı Katolik inancının dünyaya yayılmasında bir merkez konumu kazanmıştır. 

Habib-i Neccar Camisi ise, Anadolu'da yapılan ilk örnek olarak bilinmekte. Cami, Roma dönemine ait bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiş. Avlusunda on dokuzuncu yüzyıla ait bir şadırvan var. Caminin kuzey doğu köşesinde ise, İsa'nın havarilerinden Yunus ve Yahya ile onlara ilk inanan ve bu yüzden şehit edilen ilk kişi olan Antakyalı Habib-i Neccar'ın türbesi bulunmakta. 



Öğlen yemeğimizi çarşıda yer alan tam bir esnaf lokantası olan Hatay Sultan Sofrası'nda aldık. Haftalık yemek listesi çıkarmışlar. Bizim orada olduğumuz Cumartesi günü mönülerinde Parmak Kebap, Sultan Sarma, İncik, Tavuk Dolma, İzmir Köfte, Ispanak Borani, Yaprak Sarma, Aşur, Firik Pilavı ve Çorba vardı. Tezgaha gidip istediklerinizi söyledikten sonra garsonlar masanıza getiriyorlar. En son kasaya gidip yediklerinizi ödüyorsunuz. 


Çorba


Bu da Aşur....

www.hataysultansofrasi.com.tr 

Parmaklara dikkat!!!


Yemekten sonra şehrin sokaklarını yürüyerek dolaştık. Asi nehrinin eski şehre bakan kısmı İstanbul’da görmeye alıştığımız türden Cafe’lerle dolu. Sokak içlerine girdikçe nargileciler ön plana çıkmaya başlıyor.


Bir zamanlar üstünde taşımacılık yapılan asi Asi nehrinin suları bugün o kadar azalmış ki....

Kiliseler, camiler, sinagog.. hepsi yan yana, iç içe yaşamlarını sürdürüyorlar.



Korelilerin himayesinde bulunan Protestan kilisesi. 


Sinagog.




Katolik kilisesinden bahçe detayları. Burada görevli bayandan öğrendiğimize göre şehirde üç yüz elli Ortodoks aile yaşıyormuş. 

Ve şehir.


Fransızların etkisinde kalmış güzel, heybetli bir köşe binası.


Kırmızı renkte ve büyük yazılmış olan bu evlilik dosyası özellikle göçmenler içinmiş.


Valilik binasının bahçesinde Atatürk, şehrin ilk valisi ve sadece on bir ay süren bağımsızlık sürecinde ilk cumhurbaşkanının heykelleri bulunuyor.


Otele dönüştürülmüş yüksek tavanlı taş binalar.




Güzel kapı detayları.

Yorulmuşuz. İnsan oturduğunda anlıyor.


Affan Kahve'sindeyiz. Burası, Gaziantep'in Tahmis Kahvesi gibi bir yer. Ahşap masalar, ahşap sandalyeler. Ortada büyük bir soba. Şehrin en eski yerlerinden birisi.


Kahveyi de böyle çay bardağında servis ediyorlar. Zehir zıkkım bir şey...


Gece uyumamayı göze almış olmalıyım...



Haytalı denendi. Gül suyuna bananmış bir tatlı. Rengi fotoğraftaki gibi. Bir kaşık alınıp bırakıldı.






Bu gezide de merdivenlere "takıldığımı" anladım.

Otelimize giriş yapmadan önce son olarak Uzun Çarşı’da dolaştık. Hiç umduğumu bulamadım. Çelik tencereler, lame ayakkabılar, çantalar... Baharatçılar bile tek tüktü. Kadıköy çarşısı çok daha keyifli bence!!

 Otelimiz şehrin Harbiye/Defne diye anılan bölgesinde. Defne'nin mitolojik hikayesini dinledik. Büyük bir aşkın gözyaşlarından oluştuğu söylenegelen şelaleleri gördük. Kuraklık buraları da vurmuş. Kısa bir süre öncesinde bu mevsimde sulardan yollarda yürünemezken , şimdi suyu görebilmek için kaynağına kadar inmemiz gerekti. 





 Su kaynağındaki ilginç pankartlar.....

Gezimizin ikinci gününde Akdeniz'e doğru yol aldık.

İlk olarak, denizden 479 metre yükseklikteki Samandağ'ın en yüksek tepesinde V. yüzyılda yapılmış ve Hıristiyanlık dünyasının her yanından ziyaret edilen St.Simon Manastır'ını ziyaret etmek istedik. Ancak kapıda ne görevlisi olduğunu tam çıkaramadığımız bir kişi tarafından "tadilat var, ziyaret yasak"  cümleleriyle durdurulduk ve tüm telefon görüşmelerine rağmen içeri sokulmayınca geri dönmek zorunda kaldık maalesef. Elimde sadece rüzgar güllerinin fotoğrafları kaldı.




Vakıflı Köyü, Türkiye'de tamamı Ermeni nüfusa sahip tek köy. Orada Ermeni Kilisesini gezip kendilerinin yapıp sattığı - kilisenin bahçesinde,  reçeller, likörler, el işlemelerini gördük. Alanlar oldu sanıyorum, ben fotoğraf peşindeydim yine.








Ermeni mezarlığındaki ilginç "bağış".

Akdeniz'e yaklaşırken doğa örtüsü de değişiyor. Kışı yaşayamadan bahar geliyor. Her yer yemyeşil. 





Vakıflı ile Hıdırbey arasındaki yolu düzenlenip DefneYolu adını almış. Yürüyüş, bisiklet yolu olarak düşünülmüş. Yol tabelaları da ahşaptan. 

Hıdırbey Köyü'nün Musa Ağacı yöreye oldukça turist çekiyor. Rivayete göre, Musa Peygamer'in toprağa sapladığı asasından çıkmış.



Musa Ağacı.

Ben bugüne kadar bu kadar portakal, mandalina, greyfurt "yüklü" ağaçlar görmemiştim. Yer, gök narenciye. 





Bu köyde çevre düzenlemesi de güzel yapılmış. Her şey doğal.










Öğle yemeğinden sonra gezmeyi planladığımız Titus Tüneli ve Beşikli Mağara'yı yemek öncesine alıyoruz. İyi ki de öyle yapmışız.

Son zamanlarda sakarlığım tavan yaptığından tünelin içine girmedim.




Tünelin girişindeki zarif taş köprü.



Tünelin giriş ve çıkışı.




Mardin yakınlarındaki Dara Kaya Mezarları kadar ezber bozan olmasa da, Beşikli Mağara'sı görülmeye değer.

Su yolundan geri yürüyerek öğle yemeğimiz için son derece sevimsiz bir kasaba olan Çevlik'e gittik. Dervişan Lokantası'nda lezzetli balık ağırlıklı yemeğimizi yiyip yeniden Antakya'ya yöneldik. 

Akşam yemeğine kadar vaktimiz var. Şehrin eski kısmında makineme yakalanan kareler.








Yolunuz Antakya'ya düşerse, mutlaka ama mutlaka şehrin en eski ve prestijli caddesi olan Kurtuluş Caddesinde bulunan Sveyka Restaurant'ta, anlamı küçük çarşı, yemek yiyin. Yer döşemelerine bakıp çocukluğunuza dönün.

www.sveyka.com 

Antakya'yı sevdim. En azından memleketimizde, su kenarında kurulmuş yerlerin ve insanlarının daha farklı olduğuna inanıyorum.

Bu geziyi düzenleyenlere teşekkür edip, bu yazıyı okuyanlara iyi kalın, sağlıkta kalın diyorum.

Başka bir gezimde buluşana kadar.....