Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

11 Şubat 2018 Pazar

Panama City

Tam 6 aydır hazırlandığım, çok gitmek istediğim, görmediğim son 3 Orta Amerika ülkesi olan Panama, Nikaragua ve Kosta Rika gezisi 21 Ocak'ta başladı. Bir şeyi fazla istememek gerekiyor galiba. Çok büyük aksilikler oldu ve bizler Nikaragua'yı gezemeden geri dönmek zorunda kaldık. Detaylara hiç girmeyeceğim.

Yolculuk uzun sürdü. İstanbul'dan havalandıktan 19 saat sonra Panama'nın başşehri Panama City'e vardık.

Bagaj ve pasaport işlemleri son derece hızlı bitti ve sigara içmek için kendimi dışarıya attım. Amerika bunların yanında melek kalır!!! En az 3 kilometre yürümek gerekiyormuş içilen yere gidebilmek için. Ciddi lanetler ederek otobüse bindim mecburen...

Bütün gezimiz boyunca da, Kosta Rika dahil olmak üzere sıkıntı devam etti.


Orta Amerika'nın en büyük 4cü ülkesi olan Panama 1903 yılına kadar Büyük Kolombia topraklarının bir parçasıydı. Bağımsızlığını Bin Gün Savaşı'nın sonunda Kolombiya'dan ayrılarak kazanır. Amerikan hükümetinin Panama Kanalını açma garantisi bu süreci hızlandırır.

Kanal Amerika Birleşik Devletleri ve Panama Devleti arasında bir kaç kere el değiştirir. Sonunda yapılan bir antlaşmayla 2000 yılının başında tamamen ait olduğu topraklara devredilir.

Panama City'nin tüm özelliği Panama Kanalı. Amerika'nın hediyesi. Şehir de zaten ufak bir amerikan şehri. Yüksek gökdelenler, geniş caddeler. Ve bunları sarıp sarmalayan varoşlar iç içe, dip dibe.




Şehirde med cezir çok net izlenebiliyor.
Ben sevdim burasını. Ancak şu gerçeği de kabul etmek lazım... Adamlar kanaldan gelen bütün parayı Panama City için harcamışlar. Şehirden sadece 10 kilometre uzakta öbek öbek çöp yığınları, teneke evler almış başını gitmiş. Yani içi kof.

İlk durağımız balık pazarı. Pasifik Okyanusundan çıkan çeşitli balıklar ve kabuklular tezgahlarda sıralanmış.






Tadımlık karides


Yengeç, istiridye, karides....


Sangria


Sahilden şehir


Ve ilk açılan Miraflores havuz ziyareti.

Sonunda  kanalın nasıl çalıştığını anladım. Ama 3cü soruşumdan sonra!! Bir türlü aklım basmıyordu.

Kanalla okyanus arasında 26 metrelik derinlik farkı var.
İlk kazı çalışmalarına başlayan Fransız ekip, toprağı 26 metre kazarak okyanus seviyesine indirmeyi planlamış. On binlerce kayıp verilmiş. Firmanın iflası ile işler de askıya alınmış.

Sonunda Amerika Birleşik Devletleri, söz verdiği gibi,  1904 yılında devraldığı projeyi 1914 yılında tamamlamış.

Bu havuz bir asırdan beri mühendislik harikası olan aynı hidrolik sistem ile çalışmakta. Adamlar toprağı okyanus seviyesine indirmek yerine, havuz sistemi kurarak, parti parti okyanus seviyesine indirip çıkarmayı başarmışlar.




Geçmekte olan küçük tonajlı bir gemi.


Geminin, dünyanın en geniş üçüncü tatlı su kaynağı ve havuzların doldurulması için kullanılan Gotun Gölü'ne girmesi (burada gemi kendi motoruyla hareket ediyor), havuzlara girmesi, çıkması (tamamen hidrolik sistem devreye giriyor, gemi kontak kapıyor) 10 saate yakın sürüyor.
Geçiş yapabilmek için 1 yıl öncesinden rezervasyon yapılması ve geçiş ücretinin bankaya yatırılması gerekiyor.


Panama Kanalı şantiyesi için yapılan, ama günümüzde turistik geziler için kullanılan demiryolu üzerinde seyrederken yerel rehberimiz Yuri. Ona çok şey borçluyuz.


Aqua Clara havuzu büyük tonajlı gemilerin geçişleri için yapılmış. Sistem aynı, sadece daha modern teknoloji kullanılmış.


Gemi geçtikten sonra karşı kıyıdan kapak tamamen hidrolik sistemle suyu boşaltmak amacıyla kapanmak üzere.


Kapak kapanıyor.


Donüş yolunda öğle yemeği aldığımız lokantadan kareler.


Bu adamın yerinde olmak istedik doğrusu.



Modern şehir.




Selçuklular ne ara gelmişler buraya dedim, çok güldük...



Yine şehir


Ben şehre karşı

Gezimizin ikinci gününde Nikaragua'ya gidemeyerek doğrudan Kosta Rika'ya geçip 8 gün orada Bulut Ormanları, Ara Ormanlar ve Yağmur Ormanları, hayatımızda hiç görmediğimiz çeşitli börtü, böcek ve hayvanla iç içe yaşadıktan sonra - ama inanılmaz güzeldi, böyle bir deneyim bir daha yaşayamam, varış noktamıza geri döndük.

Kosta Rika anısına




Kosta Rika'da gün batımı, okyanus ve rüzgar paraşütü yapanlar.


Ciddi boyutlarda bir erkek timsah. Çok sevimsizdi... Pert olmuş tank zinciri gibi geldi bana....


İguana... sevimsiz....


:))


Sloth, yani tembel hayvan diye biliniyor.. kolumu kaldırıp karşı dala geçsem mi, geçmesem mi diye düşünen cinsten... sürekli asılı durduklarından tüyleri ters, iç organlarının yeri dahi değişikmiş. Bunlara bayıldım.


Minicik bir yeşil kurbağa. Öp ve Minik Prens olsun.. o kadar yani:)


Boyları 1.5 metreye varan heybetli ve renkli erkek iguanalar...


Ben buna da bayıldım. Kapımın hemen önünde yeri eşeliyordu... karınca yiyene benzeyen bir şey. ​ Fotoğrafı rehbere gösterdiğimde, erkek bu, dedi. Nereden anladın diye sordum... Tek başına gezenler erkek olup, Lonely Man, Yalnız Adam diye bilinirmiş. Grup halinde gezenlerse hep dişilermiş..


Sarı kabuklu salyangoz






Ve bulut ormanları... veya sis ormanları... inanılmazdı.  Otelimiz Villa Blanca Cloud Forest. En iyilerden birisiydi.





Yağmur ormanlarının arasında tekneyle dolaşmak....


Şık ve romantik. Ve fakat mumluklar bize kül tablası oldular.... :((






Ve beni gerçekten kendimden geçiren Tortuquero sahili, dalgalar ve dalgaların kırılma anları.. işte bu sahil yüzünden 2 gün hiç bir tura katılmadım. Oturup izledim sadece. O dalgalarda kendime ait bir sürü yeni şey keşfettim; şaşırdım.

"Bileğimdeki yara da ben, yarayı açan bıçak da ben..."

Bir bilge kadının hakkımdaki yorumu.... sustum kaldım....

Burada konakladığımız Lodge, Mawamba. Bölgenin en popüler yerlerinden biri


Happy Birthday to me....  Hiç unutamayacağım burasını ve birer kadeh içkinin eşlik ettiği veranda sohbetlerimizi. Arenal'de Manoa Springs Hotel'deyiz.


Yağmur ormanlarındaki patikaları ve yürüyüşleri...


Ve de asma köprüleri...


İnatla yürümeye devam.....

Deyip, böylecene kısaca Kosta Rika'ya değinip... yola devam ediyoruz.

Tekrar Panama City'deyiz.

Hedefte Emberas Geleneksel Köy ziyareti var.


Chagres nehrinde eskiden kürekle hareket eden fakat günümüzde motorize olmuş kanolarla köye doğru yol alırken yerli gençler.


Az önce yazdım, 8 gün boyunca doğadan burnumuzu dışarı çıkaramamışız, ama yine bu manzara beni benden aldı. Bu nasıl bir özlemse artık....


Kanolarda yolculuk. Geleneksel ama asla can yeleklerini giydirmeden hareket etmiyorlar.





Kendi yaptıkları kulübeler.



Böyle bir kaç kabile varmış bu adada yaşayan. Her kabilenin de bir şefi.
Cep telefonu sadece şefte bulunuyormuş. Nedense hiç birimiz inanmadık buna!!!
Evlerden (!) birinde açık TV vardı mesela.
Başkente 1.5 saatlik mesafede olup, her gün turist ağırlayan bu insanlar modern dünyadan ne kadar izole kalabilirler ki diye düşünmeden edemedim.
Evlilikler hep kabile arasında olursa nasıl sakat çocuk doğmaz diye sorduk, yanıt ilginç geldi. Erkekler kızı görmek için kızın köyüne gelir, evlenir ve orada kalırmış. İç güveysi gibi.

Çocuklar kanolarla okula gidip geliyorlarmış.

Kendilerine özgü dilleri var. Yerel kız bizim yerel rehbere tercümanlık bile yaptı.




Motorize kanolarla nehir boyunca ufak bir gezinti yaptıktan sonra çıktığımız yerde bizi müzikleri ve danslarıyla yerliler karşıladı.

Yaşamları, gelenekleri hakkında bilgilendirildikten sonra yemek yedik.


Balık ve kızartılmış muz palmiye yapraklarına sarılı halde servis edildi. Çatal, bıçak yok.. ellerimizle yedik. Yaprağı değil!!! O tabak olarak kullanılıyormuş!!!



Görüntü çok hoş. Balığın lezzeti de hiç fena değil. Ben muzu hiç sevemedim.


Bu ahşap teknenin içinde de limon yaprakları var. Yemeği yedikten sonra ellerimizi içinde yıkadık.


 Hayatımda en lezzetli meyveleri buralarda yedim. Hele ki ananas... Sunum yine hoş.


Kadınlar tabakları hazırlıyor.


El emeği göz nuru hediyelikler.


Palmiyelerin liflerini yukarıdaki gibi ayırıp, tamamen doğal köklerle boyayıp sonra işliyorlar. Her renk için ayrı bitki kullanıyorlar. Mesela yukarıdaki fotoğraftaki hardal sarısını o kozalak gibi kökten elde ediyorlar.


Kadınlar


Lifleri ayırma işlemi.

Yemekten sonra bize bir de dans gösterisi sundular. O kadar dışarıya kapalı olunca dansları da, yerel ürünleri de sınırlı kalıyor. Bence... Üretememe sorunu yaşıyorlar.



Köyde yaşam.


El dokuması örnekleri.

Grubun yarısı bugün bizimle değildi. Bence en azından bu köyü kaçırdılar. Ama peki... benim de katılmadığım çok günlük aktivite oldu...

Panama City'deki son gezimiz Bio Museum. Bina Frank Gehry imzasını taşıyor. Amerika Birleşik Devletleri sınırları dışında o bölgedeki tek eseri olarak önemli.

İmzasını atmış yine.. Bilbao'daki Guggenheim Müzesi kadar muhteşem olmamakla birlikte, Panama için önemli bir bina ve müze.






Gezimiz biterken bu genç adama yine bir teşekkür yollayayım. Ve ona hep söylediğimi, yazdığımı tekrarlayayım: Gezilerinde ayağına hiç taş değmesin.


Çok arzu ettiğim bir geziydi. Maalesef yarım kaldı. Belki de olması gereken o kadardı.
"Shubert de “Bitmemiş Senfoni” yaptı.  
Hatta en ünlü bitmemişi yaptı.  
Halâ alkışlanıyor.
Senin geziye ise “yarım kaldı” değil
“Eksik Oldu” veya olmuş derim.
Demek ki,
O gezi böyle olmalıydı.
Arşivine öyle geçti.
Duz devam et Banu.
Gün aydın olsun."

Yukarıdaki yorum da çok sevdiğim Müzo'dan geldi, buraya eklemeden geçemedim. 


Kosta Rika'yı yazmayacağım demiştim, ama kıyamadım. Ayrı bir sayfa açmadan, bir nefeslik mola misali fotoğrafları koyuverdim. Evet, oraya kıyamadım.

Diğer yazıma kadar iyi kalın, hep sağlıkta kalın.