Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Hüsavik; Balina Görmeye Gittik

Büyük gün geldi sonunda. balina görmeye gideceğiz.

Ben bu balinalardan vallahi çok çektim. Sırf onları göreyim diye iki yıl önce Alaska’da bir haftalık gemi yolculuğu yaptım. Sadece ama sadece bir sefer, gemideki tek Türk olarak, avaz avaz , aaaa, BA..... diyebilmişken, hayvan kuyruğunu vurdu ve gitti. Ben sonrasında, su akar alık bakar pozisyonunda, o denizlerin “istavritlerine” fit olmuş durumdaydım. Hiç bir gezimden o kadar mutsuz dönmemiştim.

İşte bu yüzden, balinalar benim için çok çok önemli....

Balıkçı tekneleriyle çıkılacağı ve kapalı alan olmadığı söylendiği için yanımızda getirdiğimiz veya oradan satın alınan en kışlık kıyafetlerimize bürünüp Hüsavik’e doğru yola çıktık.

İzlanda’da bir şehir adının sonunda “vik” eki varsa, o bizdeki “bük” anlamına geliyor.

Bu Hüsavik ismine okuduğumdan ilk andan beri takılmış vaziyetteyim. İçindeki tek a harfini iki a gibi okuduğumdan – nedeni yok – bana hep Hüsam gibi geliyor!!! 

Böyle...

Neyse.

Hüsavik şirin mi şirin bir balıkçı köyü. Tek geçim kaynağı da balina görme gezileri. Bu işi yapanlar, an itibarıyla İzlanda’nın en zengin kişileri olmuş. Ve de balina avına karşı çıkanların başında da onlar geliyor.




 (Mardin gezimde lensin ortasına çöreklenen siyah nokta, temizletmeme rağmen bu gezide yeniden ortaya çıktı. Yapacak bir şeyim yok)

Teknelere randuvu saatine göre binilecek. Yine Teoman’ı ve grubunu görüyorum. Tam önümüzdeler. Kim bilir, belki de aynı teknede olacağız.

Tekneye çıkar çıkmaz, giyilmesi mecbur olmayan özel turuncu tulumlar dağıtıldı. Görebildiğim kadarıyla bizim gruptan fazla kişi tenezzül etmedi onlara.


Teknemizin ismi: Gaddar Hüsam :)



Hareket ettik. Önce kısa bir brifing verildi. Balinalar görüldüğünde – yüzde yüz görecekmişiz, öyle dediler – görüldükleri yer, saat dilimine göre anons edilecekmiş. Mesela, saat on bir istikametinde; saat yedi istikametinde gibi. Herkes ne çabuk anlamış bunu... Gerisini boş verip, bir buna odaklanılmış sanki.... Sonunda gerçekten görüldüğünde, kaptan leb demeden bizler leblebiyi anlar olmuştuk... Hay Allahım....

Hava buz gibi. Tur da üç saat sürecek. Hadi bakalım, hayırlısı.

Hareket ettikten sadece beş dakika falan sonra, e hadi ama, neredeler ki bunlar... biz kazıklanıyoruz... boşu boşuna geldik muhabbeti çoktan başlamıştı. Ama, bu arada da, olur a, tepedeki kaptan göremez falan, biz yolcular teknenin bir o yanından, bir öteki yanına gidip geliyoruz. Bir sağa yatıyoruz, bir sola.. Milletin elinde kolum uzunluğunda fotoğraf makineleri. Zoomlar... Onu görünce, Banucum, senin sağ elin zaten sakat, üstelik de alçıda. Sen bırak fotoğraf makinesiyle uğraşmayı, al eline hafif cep telefonunu, bas düğmesine, çıkanlarla da mutlu ol, komutunu verdim kendime.

Anammmmmm, ahan da yunuslar.... Uyyyyy...
.
Sürü halinde batıp çıkıyorlar. Tek kare yakalayabilmemin mümkün olmadığını fark edince cep telefonumu da cebime soktum. Şu anın keyfini çıkart Banu, dedim kendime.

"Yunuslar da benim için çok öneme haiz hayvanlardır. Zira bir zamanlar, on beş yıl kadar önce, yunus olmak istemiştim. Beyaz tumturaklı gemilerin etrafında atlaya zıplaya yüzmek ve bana bakan insanların yüzlerindeki mutlu ifadeyi görmek.... Fazla kişisel bir hikayedir."

Teknelerin bir tarafa fazlaca yatış şekli, orada bir olay olduğunun kesin göstergesi. Diğer seyir halindeki tekneler de inanılmaz bir hızla yön değiştirip, hayvanların huzurunu kaçırmak üzere horhorhor yanyana geldiklerinde, hayvanlar dibe dalıp ortadan yok oluyorlar.

Kendi kendime, sen oradan oraya koşturma; şu konumunda kal, yeniden su yüzeyine çıkarlarsa rahat rahat izlersin. Nitekim de öyle oldu. Tekli, çiftli, gruplar halinde çıktılar; atladılar, zıpladılar ve büyük anons geldi. Saat on ....

HURRAAAAAA.....

Vallahi orada, ve işte püskürttüğü su. Sonunda en azından bunu görebildim. O sırada tam da teknenin kenarındaydım. Yani önümde kimse yoktu. Hemen cep telefonumu çıkartıp düğmesine basmaya başladım. Sağımda, solumda o uzun makinelerden zaman ayarlı “çatçatçat” sesler geliyor; benden, “klik, klik”!!

Kambur balina gördüm. Anam da yerim ben onu.... Dev  hayvanı nasıl yiyeceksem işte. Sevgi ifadesi benimki.... Su yüzeyine de çıktı. Kamburunu da gösterdi; kuyruğunu da vurdu. Ve ben klikklik çektim. Bir de üstüne üstlük heyecandan, panikten telefonu tutan parmağımla objektifin yarısını kapamışım, ama olsun, gözüküyor; en önemlisi ben biliyorum.







Çok gördük hem de. Üçü bir arada dahi gördük. Bebek balina da gördük anasının yanında.

Hayatımda en istediğim iki hayvanı yakından “tanıma” fırsatım olduğu için çok şanslıyım. Bunlardan biri penguen – el ele tutuşup yürümeyi çok arzu ederken, az kalsın bacağımdan et koparacaktı, diğeri de balina. O soğuk sularda onlarla yüzmeyi istemedim ama... Aklıma bile gelmedi!!

Ya üç saat ne ara geçti de biz geri dönüyoruz...Mürettebatın yaptığı kahve ve kek ikramı  iyi geldi.

Sahile çıktığımızda bütün suratlar güleçti...

Öğle yemeğimizi oradaki bir otelde yedikten sonra geri dönüş saatine kadar “Hüsam'da” serbest zamanımız oldu. Dolaştık, fotoğraf çektik. Gün ortasına doğru da, son gecemizi geçireceğimiz, tüm grubun AYURVEDA diye adlandırdığı Akureyri’ye geri döndük.






Yarın yolculuğumuz ülkenin Doğu sahillerinde devam edecek. Ülkeye dönmemize az kaldı. Bu gezi daha uzun sürmeliydi.

Akureyri'de Tek Başına Geçirilen Keyifli Bir Gün

Benim grup Myvatn Gölü çevresini dolaşırken ben günümü bu güzel şehirde, Akureyri’de tek başıma geçireceğim.

Lego’dan yapılmış bir şehir burası. İzlanda’nın ikinci büyük şehri. Nüfusu yirmi bin. Hem kuzeyin başşehri, hem de Reykjavik’ten sonra ülkede üniversite bulunan ikinci yerleşim.

Sabah ilk işim hastahaneyi gidip raporumu ve röntgen sonuçlarını almak oldu.

Bir girişi hastahanenin orada olan ve o enlemdeki tek olma özelliğini taşıyan Botanik Bahçe'sinin içinden geçerek merkeze inen kıvrımlı,  yokuşlu yolda buldum kendimi.


Bahçedeki fıskiyeli havuz


Bahçeden görüntü            

Bugün hava harika. Sekiz derece civarlarında. Bol güneşli. Bizde, kar topluyor dedirten cinsten. Yazın ortaları olduğundan İzlandalılar şort, t-shirt, parmak arası terliklerle dolaşıyorlar!! Banklarda güneşlenenler de var. Ama, soğuğu çok seven ben bile, anorağımı bir türlü sırtımdan çıkartamadım.

Merkeze inen yokuşlu yolun üstünde, limana karşı konuşlanmış bir banka oturup, burada iki ay yaşanır mı, yaşanırsa nasıl olur acaba diye uzunca bir süre düşündüm. Önünde minicik bir bahçesi olan bir stüdyo kiralamak; orada kitap okumak; belki yeniden bisiklete binmeye başlamak; doğada kalbolmak ve bu oldukça zor dili öğrenmeye çalışmak. Türkiye dışında bir yerde yaşamak gibi bir niyetim hep var. Yerleşmek değil; sevdiğim bir ülkenin çok sevdiğim bir şehrinde son bir çılgınlık yapmak.... Aklımda fikrimde olan tek ülke de, Küba’ydı. Amma velakin, kardeşim, dostum, canım olan arkadaşım, ben ömrümü yollarda seni görmek için geçiremem; bana bunu yapamazsın, deyince vaz geçtim Küba hayalimden. İzlanda, Küba’ya göre çok daha yakın memlekete; üstelik ara duraklarda sigara içilecek gaz odaları da var!!!

Gerçeğe döneyim ben:)


Hayal kurarken önümdeki manzara....



 Ve arkamdaki güzellikler.. Stüdyo daire kiralarım derken, amaç buradaki kırmızı ev tabii ki değil.. Yanlış anlamalara yer vermemek adına açıklayayım istedim.

Akureyri boyundan büyük nüfusuna karşın sadece tek bir ana caddeye sahip. O cadde üzerinde de yok yok. Çok güzel ve büyük bir kitapçıdan tutun, eğlence ve sosyal hayatın kalbinin attığı yer.




Rengarenk çift katlı evler, her dükkanın içinde veya dışında kahve içilecek masa ve sandalyeler; genç yaşlı insanlar...

Reykjavik'deki Hallgrim Kilisesinin minyatür hali de şehrin her tarafından görülecek noktaya dikilmiş.


Öğle yemeğimi dışarıdan çok tipik gördüğüm, içerisinin de dolu olduğu bir mekanda, Bautinn Restaurant; www.bautin.is,  yiyeyim dedim. Bulabilirsem, domuz yiyeceğim. Mönüde vardı, ama balina eti de çok cazip göründü birden. Bir daha nerede bulup da tadabileceğim. Onu ısmarladım, nasıl pişsin diye sordu garson kız... ne bileyim ben... Bu balık yani.. Az pişsin dersem, önüme Sushi benzeri bir şey gelirse, masadan kalkacağımı bildiğimden, orta lütfen dedim. Salonun ortasında kurulmuş olan Salata Barı gel bana dedi. Yeşillik, domates, salatalık, roka bulabilme heyecanıyla hamle ettim; çeşitli soslara bürünmüş soğuk makarnalar vs vs... Sebze yok ülkede. Az bir şey tabağıma alıp yerime dönerken, bizim grup burada değil; ama Türkçe konuşuluyor... Kafamı çevirdim ki, Koptur’dan Teo.... Sözleşsek, aynı yerde, aynı saatte buluşamazdık. Sarıldık, öpüştük. Grupta daha önceki gezilerden tanıdığım iki bayan daha vardı. Dünya küçük, ve Türkler her yerdeler.

Balina Steak nasıl diye soracak olursanız, hiç düşünmeden, ciğer sote tadında bir et diyeceğim. Yanında folyoya sarılarak pişirilmiş kabuklu patates ve sayıyla havuç... Bayıldığımı söyleyemem.



Öğleden sonramı da şehrin liman bölgesini karış karış gezerek değerlendirdim. Ben böyle gezerken kaybolmayı çok severim. Burada o şansı bulamıyor insan!!


 Opera ve Bale binası, Kuzey Avrupa ülkelerinin hepsinde olduğu gibi, burada da su kenarına kurulmuş. Sanki denizden çıkıyormuş gibi geliyor insana. Her tür sanatsal etkinliğin yapıldığı bir bütün.



Şehrin liman bölgesi.


Limandaki Balina Kuyruğu heykeli.



Bir kamping seven arabası.





İzlanda’yı yazmaya başladığım ilk günden itibaren sürekli olarak, adamlar ilginç, gereksiz hiç bir şey yapmıyorlar diye yazıp durdum. Bunun bir başka örneğini de buraya yaşadım. Hazır boşum, vaktim bol, hediyeliklerini buradan temin et dedim kendi kendime. Bir dükkandan alacaklarımı alıp, kasada, hediye olacaklar, dedim. Bizde bunu deyince, özel hediye paketi yapılır. Öyle biliyorum, öyle alışmışız. Kasiyer kız aldıklarımı naylon poşete koyup, borcunuz şu kadar, dedi. Hediye olacaktı, dedim. Hallettim dedi. Nasıl yani?? Fiyat etiketlerini çıkartmış!!! Hmmmmm.... Demek ki burada hediye paketi gereksiz bir şey... İstanbul’a döndüğümde renkli kağıtlar arayıp durdum!!!


Yarın Hüsavik’de balina görmeye gideceğiz. Umarım bu sefer görürüm.



16 Ağustos 2013 Cuma

İzlanda'da Uzun Bir Yolculuk: Selfoss, Geysir, Gulfoss, Akureyri

İzlanda dilinde Foss çavlan anlamına geliyor. Bir şehir isminin sonunda foss varsa, o şehrin yakınlarında bir çavlan var demek oluyor.

Selfoss dört bin nüfuslu mini minnacık bir yerleşim. On iki bin yıl önce okyanusun seksen metre altındayken, volkanik hareketler sonucu yukarı itilmiş ve bugünkü konumuna gelmiş. Süt ürünleri sanayisi şehrin en önemli ekonomik gücü.

İngilizler tarafından yapılan asma köprü şehrin gelişmesinde çok önemli bir rol oynarken, yapımı sırasında ülkenin ilk grev hareketine de tanıklık etmiş. Grevin sebebiyse, işçilerin her gün somon balığı yemek zorunda olmalarıymış!!!

İlk yapılan köprü, iki süt kamyonunun aynı anda geçmeye  kalkışması sonucu yıkılmış; bugünkü köprü ikinci dünya savaşının sonlarında inşa edilmiş.



Sivri çatısıyla, hoş çan kulesi ve beyaz  cephesiyle nehrin hemen kenarında yer alan kilise ilk göze çarpan yerlerden biri olma özelliğini taşıyor.


Yukarıdaki fotoğraf saat 22.30 sularında çekildi.

Bugün yolumuz uzun.

Gayzerleriyle ünlü Geysir; Gulfoss (Altın Çavlan) gezdikten sonra ülkenin tam ortasından geçip Akureyri’ye varacağız. Dört yüz kilometreye yakın yol yapacağız. Bence bir ülkeyi tanımanın en güzel biçimi.

Dünyanın tüten bacaları, gayzerler.



Geysir yakınında yan yana fışkıran su kaynakları. Bir zamanlar Akmerkez’in zemin katında oluşturulmaya çalışılan püskürmenin en doğal hali!!

Yer altında sıcaklığı yüz yirmi beş dereceyi bulan sular, yeryüzüne çıktığında sadece yüz dereceye kadar soğuyabiliyor. Hiç merak edip el falan sokulmamalı içine derim.

Fışkırmadan önce, su yüzeyinde fokurdama başlıyor; sonrasında bir kubbe oluşuyor ve hemen akabinde tam ortasından otuz beş metreye kadar çıkan su fışkırıyor. Ve bu her on dakikada bir gerçekleşiyor.

Sen de ağzın açık öyle kalakalıyorsun. Oradan bir şeyler tütüyor, buradan sular fışkırıyor. Keyif ve şaşkınlık eşiliğinde boyut değiştiriyorsun.



Rehberimizin söylediğine göre, Amerikalılar uzaya insan göndermeye başlamadan önce, astronotları İzlanda’da eğitmişler.  Doğrudur.... Şimdi yazarken aklıma geldi; bizler de bu şekilde ülkeyi gezerken bir taşla iki kuş mu vurup aya gitmiş oluyor muyuz?? Büyük olasılıkla, evet!!! Ha ha...

Bir gün öncesinin etkisini üstünden atamamışken, üstüne üstüne başka görüntüler, başka olaylar yaşıyorsun.

Bir Gulfoss eksikti!!!

Ülkenin en ünlü çavlanlarından biri olan Altın Çavlan. Karşısında her sıfat eksik kalır.

Dik kenarlı bir kanyonda yolculuğunu iki aşamada tamamlıyor. Önce on metre yükseklikten dökülüp, nehir doksan derecelik bir dönüş yaparak bu sefer de yirmi metre yükseklikten ismine uygun bir biçimde pırıl pırıl, rengarenk dökülüyor.




Yine rehberimizin söylediğine göre, geçtiğimiz yıla kadar çavlanın en kenarına kadar gidip, suyun akışına, dökülüşüne ayağınızın dibinden şahit olabiliyormuşsunuz. Bu yıl etrafını çevirmişlerdi. İyi ki... yoksa en tepesinde sağ el bileğimin üstüne kapaklandığımda aşağıya da düşebilirdim....

Sevgili Banu Özümerzifon; senin çavlan tepelerinde ne işin vardı acaba?? (bu arada oraya çıkmamak olası değil; büyülenip yolu takip ediyor insan).

Hava buz; çavlanın suları tüm yürüme alanlarını ıslatmış; yani yerler kaygan. Hadi toprak yolda o kadar önemli değil; ama volkanik tepelerin üstünde önemli oluyor. Fotoğraf makinemin objektifini sulardan koruyayım der iken, kendimi kayaların tepesinde, sağ el bileğimin üstünde buldum. Toparlanıp kalktım; sol dizimden kan akıyor; sağ bileğimde de birazcık sızı. Böyle bir sıcak bastı her tarafımı; başımdan koruyucuyu çıkarttım; anorağımın önünü açtım; fotoğraf çekmeye devam ettim. Bir süre sonra, sağ elimle deklanşöre bile basamadığımı fark edip fotoğraftan vazgeçtim.


Yukarıdaki fotoğraf düştükten sonra çekildi. Hafif bir dağınıklık söz konusu...

Ancak üç – dört saat sonra, otobüsle tozlu topraklı yollarda Akureyri’ye doğru yol alırken, vücudum normal hararetine kavuşmuş olacak ki, bileğimdeki şişlik, ağrı ve parmaklarımı oynatamamam beni doğru rehberimize yöneltti. Akşam şehre vardığımızda hastahaneye gitmemiz gerekiyor, dedim. Bütün ilaçlarım bavulumda olduğundan onun bana verdiği bir ağrı kesiciyi yuttum.

Ağrım sebebiyle yoldan fazla bir şey anladığımı söyleyemeyeceğim. Bol bol aile boyu bisikletciler gördüm. Sağ elim hiç kullanılmaz olduğundan, tuvalete gitmemek için, ne yemek yedim, ne su içtim. Bu yüzden de mola verip kumanyamızı yediğimiz o ara istasyonda fazla fotoğrafım yok. Çekebildiklerimi de cep telefonuyla çektim.

Ama, İzlanda’nın en eski Çim Kilisesi olan Vidimyrarkirkja’yı (çoğu harfler bizim alfabeden farklı olduğundan okuyabildiğim kadarını yazdım)  gezerken cep telefonuma muhtaç kaldığım için gerçekten de çok üzgündüm.



Orjinalinde pencere çerçeveleri kırmızı renkte. Ana giriş kapısının da çerçevesi kırmızı, kapısı yemyeşil. Tabii burada hiç bir şey belli değil:((

Bu güzel kilise ilk olarak bin üç yüz on sekiz yılında Virgin Mary ve St.Peter the Apostle adına kutsanmış.

İzlanda mimarisinin şaheseri olarak bilinen şimdiki kilise ise bin sekiz yüz otuz dört yılında Keldudarul’lu parlamenter Jon Samsonarson tarafından inşa edilmiş.

Türf denilen çimler sürekli olarak yenilenirken,  ahşap ve iskelet bölümleri eski haliyle korunuyor.

Kilise bin dokuz yüz otuz altı yılından beri İzlanda Ulusal Müzesi’nin koruması altında olup,  içindeki bir çok eser günümüzde aynı müzede sergilenmekte.

Her şey çok güzel de, bileğim çok ağrıyor, ve de parmaklarım şişti. Bir an önce hastahaneye gitmem gerekiyor...

Sonunda Akureyri’deyiz.

Grubu otele getirip oda anahtarlarını dağıtıp ertesi günün program saatleri belirlendikten sonra, oralı ve buralı rehberlerimiz, şöförümüz ve ben, tur otobüsüyle hastahaneye gittik. Ay ama çok utandım  Koca otobüs!!!

Hastahaneye vardığımızda şöförümüzü bıraktık. Adam aracı temizleyecek, yıkayacak; kendi dinlenecek....



Kayıt işlemlerini de tamamladıktan sonra yerel rehberimizi de gönderip, ben ve İlknur başbaşa kaldık. Üç saate yakın orada bekledik. Acil doktoru önce bir muayene etti. Röntgen çekilmesi iyi olur dedi. MR demediği için o kadar şaşırdım ki, yine düşüp diğer bileğimi de iyi edecektim!!!

Röntgen uzmanı doktor evinden çağrıldı. Onu beklerken gelen hastalara bakıp hem halime şükrettim, hem de utandım.... Seksen yaşlarında bir hanım bisikletten düşüp başını yarmış!! O yaşta bisiklete biniyor kadın... Utan Banu. Sen sigara iç... Senin o yaşta bisiklet tepelerinde ne işin var deyip kendimi avutmaya çalıştım.. Pek olmadı ama.

Röntgen çekildi nihayet. Bu sefer acil doktorunu bekledik. Sonunda geldi, kırık olmadığını – çok şükür, ama elimin iki hafta kadar alçıya alınması gerektiğini söyledi.

Hayatımın ilk alçısı İzlanda’da Akureyri; sonradan bütün grubun AYURVEDA diye adlandırdığı olağanüstü şehrinde yapıldı.




Üç saat sonra otele döndüğümüzde grup çoktan yemeğini yemiş bizi bekliyordu. Geçmiş olsun dilekleri sunuldu... Bize yemek ayırtmışlar. Hiç acıkmadığımı fark ettim.

Üç gün bu şehirde kalacağız.

Ben, hem sigortadan masrafları alabilmek, hem de olur a,bileğim acır, şişer, bir şey olur korkusuyla ertesi günkü tura çıkmayıp burada kalmaya ve gerekli işlemleri yapmaya karar verdim. Asıl  korkum da, programda olan çavlana tırmanma isteğimin kabarmasına engel olamamak; bir daha düşmek.. Ve ondan sonraki gün programda olan balina seyrine gidememek. Balinaları görememeyi göze alamadım. 

Kabul gördü. Yarın burada yalnızım.... 

15 Ağustos 2013 Perşembe

İzlanda Tarihinin Kalbi, Thingvellir ve Öncesi ve Sonrası

Bugün öğlene kadar Reykjavik’i yürüyerek dolaştık.

Parlamento binasının açık olan bahçesine girdik. Bankta saçı başı birbirine karışmış bir ayyaş içkisini içiyordu (parlamento bahçesinde).

Rehberimiz, Reykjavik Belediye Başkanı’na Facebook’tan ulaşıp mesaj çektiğini, bugün itibarıyla şehirde olacağımızı, mümkünse kendisiyle tanışmak istediğimizi belirtmiş. Başkan, üşenmemiş yanıtlamış. Pazar günü olduğundan şehir dışında olacağını bildirmiş. Eğer kabul etseydi, herhalde donar kalırdık.

Yürüyüşümüze eski şehirde devam ederek, trafiğe kapalı dar sokaklardan, o sokaklarda sağlı sollu sıralanmış Kuzey’e özgü mimari örneklerin önünden, yanından geçtik.

Gördük!!! Acaip bir şey taa uzaklardan önümüze dikiliverdi. Hallgrimskirkja. Hallgrims Kilisesi.

Ülkenin kuzey ve kuzey doğusunu gezdikten, oradaki coğrafi şekillenmelere tanık olduktan sonra bu kilisenin anlamı, mimari tarzı daha da önem kazandı. Düz, yalın, sert hatlı bir kütle. Daha önce başka örneklerini görmediğimizden hiç kilise gibi gelmedi. Hiç bir kıvrımı yok. Doğayı bire bir işlemiş mimarı. Dikey bazaltlar, akan sular, lavlar mermerle ancak bu kadar güzel betimlenebilirdi.




Büyük ve vitraysız pencereler, zaten çok az olan güneş ışığından olabildiğince yararlanmak için tasarlanmış. Ben bu kadar ferah, bezemesiz, aydınlık bir kilise bugüne kadar görmedim.



 İç mekanın tek süsü, on beş metre yüksekliğinde ve beş bin borudan oluşan muhteşem org.




Oturma sıraları da ilginç. Arkada dayanma yerleri var; yapılan ayini rahatça izleyebiliyorlar. Org çalmaya başladığında o arkalıklar bir mekanizma ile ters istikamete döndürülüyor ve insanlar sadece yönlerini değiştirerek dinlemeye devam ediyorlar. Çok pratikler.

Sokaklarda serbestçe yürüyüp fotoğraflar aldık. Burası beni çok etkiledi.


Yorumsuz!!




Bir kütüphanenin yan duvar süslemesi



Stabilo kalemleri gibi renkler yan yana dizilmiş


Kadının gücünü belli ediyor bana göre.

 Yolumuzun üstünde bulunan Höfdi Evi'ni de ziyaret ettik. 

1909 tarihli bu beyaz ahşap ev ilk olarak Fransız konsolosunun evi olarak kullanılmış. 

1941 yılında Winston Churchill'i ağırlamış.

Ancak 1986 yılında Reagan-Gorbaçov zirvesiyle ününe ün katmış.

Höfdi Evi günümüzde uluslararası görüşmelerin yanı sıra belediye hizmetleri için de kullanılıyor.


Sırada Saga Müzesi var. Aile Sagaları olarak da bilinen İzlanda Sagaları 930 – 1030 yılları arasında yaşamış güçlü aileleri konu alan kahramanlık öyküleri olarak biliniyor. Bu öykülerin kimileri Wagner'in operalarında hayat bulmuş.

Şehrin az dışında yemyeşil bir alanda gözünüze çarpan gri büyük tanklardan etkilenmemek olası değil. Bu tankların her biri kentin yerleşim birimlerinde kullanılmak üzere dört bin litre, seksen derece sıcaklığında su taşıyor. Bu sıcak sular aynı zamanda özel bir ağ ile Reykjavik kaldırım ve caddelerinin altına da döşenmiş borularla buzlanmayı önlüyor.





Boş bir tankın içine kurulmuş olan Saga Müzesinde İzlanda tarihinin önemli kişi ve olayları mumyalarla betimlenmiş. Mükemmel ötesi.



Müze deponun en üst katındaki seyir terasından bütün şehri dumanların arasından görmek de ayrı bir keyif.





Öğle yemeğmizi bir yerel lokantada alıp otobüsümüzle yola devam ediyoruz.

Hedef Thingvellir Ulusal Parkı.

Allahım, sen aklıma sahip çık!!!

Reykjavik’den yirmi üç kilometre uzaklıkta bulunan bir lav tabakasının ortasında bir vadi burası. Avrupa ve Kuzey Amerika yer tabakalarının birbirinden ayrıldığı vadi. Şu anda yer yüzünün en ince tabakasının olduğu vadi. Ve bir gün kırılarak, İzlanda’yı da iki ayrı adaya dönüştürecek olan dört kilometre genişliğinde, kırk metre derinliğindeki yarıkta, vadideyiz. Akıl tutulması başladı.

Her iki yanda bazalt sütunlar on altı kilometre boyunca uzanıp gidiyor.

Tarihi yansıtacak çok fazla yapı kalmamış; ancak doğal oluşumlar, lav birikimlerinin arasından akan nehirler, aniden karşınıza çıkıveren şelaleler ve renkler ve renkler ve renkler beni alıp bir yerlere bırakıverdi.



Yukarıdaki fotoğrafta en yukarıda görülen yamaçların hemen altında düz bir hat gidiyor. Hemen onun altında kıvrık giden bir başka çizgi var. İşte o bölge İzlanda'nın bir gün iki ayrı parçaya bölüneceği yer.



Vadide yürüyüş


Bayrağın bulunduğu bu alan, Althing toplantıları için kullanılan ve Yasa Kayası olarak adlandırılan alan. Bu isimle anılmasının sebebiyse, sözcülerin burada alınan kararları yüksek sesle tüm parlamento üyelerine ve halka bildirmesiymiş.




Thingviller Ulusal Parkı’nın doğa özelliği kadar tarihsel önemi de çok büyük.

10. yüzyıl başlarında İzlanda’nın otuz altı yerel kabile reisi her yaz burada iki hafta toplanarak aralarındaki çekişmeleri halka açık olarak çözmeye, tartışmaya başlamışlar. İlk parlamento olan Althing burada, Thingvellir’de (Toplantı Yeri) kurulmuş.

Bininci yılda, İzlanda’nın Hıristiyanlığı ulusal din olarak kabul etmesi burada gerçekleşmiş.

Althing’in zaman içinde etkisi zayıflayınca, güç boşluğunu hemen Norveç ve Danimarka doldurmuş.

1843 yılında Reykjavik’de yeniden açılmasına karar verilmiş.

O tarihten sonra Thingvellir sadece bazı festivalleri ve ülke tarihindeki önemli olayları kutlama alanı olarak yaşamına devam etmiş.

17 Haziran 1944 yılında ülkenin bağımsızlığı neredeyse ülkenin yarısının katılımıyla burada ilan edilmiş.

2000 yılında da Hıristiyanlığın kabulünün bininci kutlamalarının ev sahipliğini yine Thingvellir yapmış.

İşte böyle bir doğa ve tarih karışımından sağ salim çıkıp otobüsümüze bindik.


Yüz on kilometre yol kat edip geceyi geçireceğimiz Selfoss’a varacağız. Bu yol iyi geldi. Biraz kendimi toparlamam gerekiyor.