Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

16 Ağustos 2013 Cuma

İzlanda'da Uzun Bir Yolculuk: Selfoss, Geysir, Gulfoss, Akureyri

İzlanda dilinde Foss çavlan anlamına geliyor. Bir şehir isminin sonunda foss varsa, o şehrin yakınlarında bir çavlan var demek oluyor.

Selfoss dört bin nüfuslu mini minnacık bir yerleşim. On iki bin yıl önce okyanusun seksen metre altındayken, volkanik hareketler sonucu yukarı itilmiş ve bugünkü konumuna gelmiş. Süt ürünleri sanayisi şehrin en önemli ekonomik gücü.

İngilizler tarafından yapılan asma köprü şehrin gelişmesinde çok önemli bir rol oynarken, yapımı sırasında ülkenin ilk grev hareketine de tanıklık etmiş. Grevin sebebiyse, işçilerin her gün somon balığı yemek zorunda olmalarıymış!!!

İlk yapılan köprü, iki süt kamyonunun aynı anda geçmeye  kalkışması sonucu yıkılmış; bugünkü köprü ikinci dünya savaşının sonlarında inşa edilmiş.



Sivri çatısıyla, hoş çan kulesi ve beyaz  cephesiyle nehrin hemen kenarında yer alan kilise ilk göze çarpan yerlerden biri olma özelliğini taşıyor.


Yukarıdaki fotoğraf saat 22.30 sularında çekildi.

Bugün yolumuz uzun.

Gayzerleriyle ünlü Geysir; Gulfoss (Altın Çavlan) gezdikten sonra ülkenin tam ortasından geçip Akureyri’ye varacağız. Dört yüz kilometreye yakın yol yapacağız. Bence bir ülkeyi tanımanın en güzel biçimi.

Dünyanın tüten bacaları, gayzerler.



Geysir yakınında yan yana fışkıran su kaynakları. Bir zamanlar Akmerkez’in zemin katında oluşturulmaya çalışılan püskürmenin en doğal hali!!

Yer altında sıcaklığı yüz yirmi beş dereceyi bulan sular, yeryüzüne çıktığında sadece yüz dereceye kadar soğuyabiliyor. Hiç merak edip el falan sokulmamalı içine derim.

Fışkırmadan önce, su yüzeyinde fokurdama başlıyor; sonrasında bir kubbe oluşuyor ve hemen akabinde tam ortasından otuz beş metreye kadar çıkan su fışkırıyor. Ve bu her on dakikada bir gerçekleşiyor.

Sen de ağzın açık öyle kalakalıyorsun. Oradan bir şeyler tütüyor, buradan sular fışkırıyor. Keyif ve şaşkınlık eşiliğinde boyut değiştiriyorsun.



Rehberimizin söylediğine göre, Amerikalılar uzaya insan göndermeye başlamadan önce, astronotları İzlanda’da eğitmişler.  Doğrudur.... Şimdi yazarken aklıma geldi; bizler de bu şekilde ülkeyi gezerken bir taşla iki kuş mu vurup aya gitmiş oluyor muyuz?? Büyük olasılıkla, evet!!! Ha ha...

Bir gün öncesinin etkisini üstünden atamamışken, üstüne üstüne başka görüntüler, başka olaylar yaşıyorsun.

Bir Gulfoss eksikti!!!

Ülkenin en ünlü çavlanlarından biri olan Altın Çavlan. Karşısında her sıfat eksik kalır.

Dik kenarlı bir kanyonda yolculuğunu iki aşamada tamamlıyor. Önce on metre yükseklikten dökülüp, nehir doksan derecelik bir dönüş yaparak bu sefer de yirmi metre yükseklikten ismine uygun bir biçimde pırıl pırıl, rengarenk dökülüyor.




Yine rehberimizin söylediğine göre, geçtiğimiz yıla kadar çavlanın en kenarına kadar gidip, suyun akışına, dökülüşüne ayağınızın dibinden şahit olabiliyormuşsunuz. Bu yıl etrafını çevirmişlerdi. İyi ki... yoksa en tepesinde sağ el bileğimin üstüne kapaklandığımda aşağıya da düşebilirdim....

Sevgili Banu Özümerzifon; senin çavlan tepelerinde ne işin vardı acaba?? (bu arada oraya çıkmamak olası değil; büyülenip yolu takip ediyor insan).

Hava buz; çavlanın suları tüm yürüme alanlarını ıslatmış; yani yerler kaygan. Hadi toprak yolda o kadar önemli değil; ama volkanik tepelerin üstünde önemli oluyor. Fotoğraf makinemin objektifini sulardan koruyayım der iken, kendimi kayaların tepesinde, sağ el bileğimin üstünde buldum. Toparlanıp kalktım; sol dizimden kan akıyor; sağ bileğimde de birazcık sızı. Böyle bir sıcak bastı her tarafımı; başımdan koruyucuyu çıkarttım; anorağımın önünü açtım; fotoğraf çekmeye devam ettim. Bir süre sonra, sağ elimle deklanşöre bile basamadığımı fark edip fotoğraftan vazgeçtim.


Yukarıdaki fotoğraf düştükten sonra çekildi. Hafif bir dağınıklık söz konusu...

Ancak üç – dört saat sonra, otobüsle tozlu topraklı yollarda Akureyri’ye doğru yol alırken, vücudum normal hararetine kavuşmuş olacak ki, bileğimdeki şişlik, ağrı ve parmaklarımı oynatamamam beni doğru rehberimize yöneltti. Akşam şehre vardığımızda hastahaneye gitmemiz gerekiyor, dedim. Bütün ilaçlarım bavulumda olduğundan onun bana verdiği bir ağrı kesiciyi yuttum.

Ağrım sebebiyle yoldan fazla bir şey anladığımı söyleyemeyeceğim. Bol bol aile boyu bisikletciler gördüm. Sağ elim hiç kullanılmaz olduğundan, tuvalete gitmemek için, ne yemek yedim, ne su içtim. Bu yüzden de mola verip kumanyamızı yediğimiz o ara istasyonda fazla fotoğrafım yok. Çekebildiklerimi de cep telefonuyla çektim.

Ama, İzlanda’nın en eski Çim Kilisesi olan Vidimyrarkirkja’yı (çoğu harfler bizim alfabeden farklı olduğundan okuyabildiğim kadarını yazdım)  gezerken cep telefonuma muhtaç kaldığım için gerçekten de çok üzgündüm.



Orjinalinde pencere çerçeveleri kırmızı renkte. Ana giriş kapısının da çerçevesi kırmızı, kapısı yemyeşil. Tabii burada hiç bir şey belli değil:((

Bu güzel kilise ilk olarak bin üç yüz on sekiz yılında Virgin Mary ve St.Peter the Apostle adına kutsanmış.

İzlanda mimarisinin şaheseri olarak bilinen şimdiki kilise ise bin sekiz yüz otuz dört yılında Keldudarul’lu parlamenter Jon Samsonarson tarafından inşa edilmiş.

Türf denilen çimler sürekli olarak yenilenirken,  ahşap ve iskelet bölümleri eski haliyle korunuyor.

Kilise bin dokuz yüz otuz altı yılından beri İzlanda Ulusal Müzesi’nin koruması altında olup,  içindeki bir çok eser günümüzde aynı müzede sergilenmekte.

Her şey çok güzel de, bileğim çok ağrıyor, ve de parmaklarım şişti. Bir an önce hastahaneye gitmem gerekiyor...

Sonunda Akureyri’deyiz.

Grubu otele getirip oda anahtarlarını dağıtıp ertesi günün program saatleri belirlendikten sonra, oralı ve buralı rehberlerimiz, şöförümüz ve ben, tur otobüsüyle hastahaneye gittik. Ay ama çok utandım  Koca otobüs!!!

Hastahaneye vardığımızda şöförümüzü bıraktık. Adam aracı temizleyecek, yıkayacak; kendi dinlenecek....



Kayıt işlemlerini de tamamladıktan sonra yerel rehberimizi de gönderip, ben ve İlknur başbaşa kaldık. Üç saate yakın orada bekledik. Acil doktoru önce bir muayene etti. Röntgen çekilmesi iyi olur dedi. MR demediği için o kadar şaşırdım ki, yine düşüp diğer bileğimi de iyi edecektim!!!

Röntgen uzmanı doktor evinden çağrıldı. Onu beklerken gelen hastalara bakıp hem halime şükrettim, hem de utandım.... Seksen yaşlarında bir hanım bisikletten düşüp başını yarmış!! O yaşta bisiklete biniyor kadın... Utan Banu. Sen sigara iç... Senin o yaşta bisiklet tepelerinde ne işin var deyip kendimi avutmaya çalıştım.. Pek olmadı ama.

Röntgen çekildi nihayet. Bu sefer acil doktorunu bekledik. Sonunda geldi, kırık olmadığını – çok şükür, ama elimin iki hafta kadar alçıya alınması gerektiğini söyledi.

Hayatımın ilk alçısı İzlanda’da Akureyri; sonradan bütün grubun AYURVEDA diye adlandırdığı olağanüstü şehrinde yapıldı.




Üç saat sonra otele döndüğümüzde grup çoktan yemeğini yemiş bizi bekliyordu. Geçmiş olsun dilekleri sunuldu... Bize yemek ayırtmışlar. Hiç acıkmadığımı fark ettim.

Üç gün bu şehirde kalacağız.

Ben, hem sigortadan masrafları alabilmek, hem de olur a,bileğim acır, şişer, bir şey olur korkusuyla ertesi günkü tura çıkmayıp burada kalmaya ve gerekli işlemleri yapmaya karar verdim. Asıl  korkum da, programda olan çavlana tırmanma isteğimin kabarmasına engel olamamak; bir daha düşmek.. Ve ondan sonraki gün programda olan balina seyrine gidememek. Balinaları görememeyi göze alamadım. 

Kabul gördü. Yarın burada yalnızım.... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder