Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

15 Ağustos 2013 Perşembe

İzlanda Tarihinin Kalbi, Thingvellir ve Öncesi ve Sonrası

Bugün öğlene kadar Reykjavik’i yürüyerek dolaştık.

Parlamento binasının açık olan bahçesine girdik. Bankta saçı başı birbirine karışmış bir ayyaş içkisini içiyordu (parlamento bahçesinde).

Rehberimiz, Reykjavik Belediye Başkanı’na Facebook’tan ulaşıp mesaj çektiğini, bugün itibarıyla şehirde olacağımızı, mümkünse kendisiyle tanışmak istediğimizi belirtmiş. Başkan, üşenmemiş yanıtlamış. Pazar günü olduğundan şehir dışında olacağını bildirmiş. Eğer kabul etseydi, herhalde donar kalırdık.

Yürüyüşümüze eski şehirde devam ederek, trafiğe kapalı dar sokaklardan, o sokaklarda sağlı sollu sıralanmış Kuzey’e özgü mimari örneklerin önünden, yanından geçtik.

Gördük!!! Acaip bir şey taa uzaklardan önümüze dikiliverdi. Hallgrimskirkja. Hallgrims Kilisesi.

Ülkenin kuzey ve kuzey doğusunu gezdikten, oradaki coğrafi şekillenmelere tanık olduktan sonra bu kilisenin anlamı, mimari tarzı daha da önem kazandı. Düz, yalın, sert hatlı bir kütle. Daha önce başka örneklerini görmediğimizden hiç kilise gibi gelmedi. Hiç bir kıvrımı yok. Doğayı bire bir işlemiş mimarı. Dikey bazaltlar, akan sular, lavlar mermerle ancak bu kadar güzel betimlenebilirdi.




Büyük ve vitraysız pencereler, zaten çok az olan güneş ışığından olabildiğince yararlanmak için tasarlanmış. Ben bu kadar ferah, bezemesiz, aydınlık bir kilise bugüne kadar görmedim.



 İç mekanın tek süsü, on beş metre yüksekliğinde ve beş bin borudan oluşan muhteşem org.




Oturma sıraları da ilginç. Arkada dayanma yerleri var; yapılan ayini rahatça izleyebiliyorlar. Org çalmaya başladığında o arkalıklar bir mekanizma ile ters istikamete döndürülüyor ve insanlar sadece yönlerini değiştirerek dinlemeye devam ediyorlar. Çok pratikler.

Sokaklarda serbestçe yürüyüp fotoğraflar aldık. Burası beni çok etkiledi.


Yorumsuz!!




Bir kütüphanenin yan duvar süslemesi



Stabilo kalemleri gibi renkler yan yana dizilmiş


Kadının gücünü belli ediyor bana göre.

 Yolumuzun üstünde bulunan Höfdi Evi'ni de ziyaret ettik. 

1909 tarihli bu beyaz ahşap ev ilk olarak Fransız konsolosunun evi olarak kullanılmış. 

1941 yılında Winston Churchill'i ağırlamış.

Ancak 1986 yılında Reagan-Gorbaçov zirvesiyle ününe ün katmış.

Höfdi Evi günümüzde uluslararası görüşmelerin yanı sıra belediye hizmetleri için de kullanılıyor.


Sırada Saga Müzesi var. Aile Sagaları olarak da bilinen İzlanda Sagaları 930 – 1030 yılları arasında yaşamış güçlü aileleri konu alan kahramanlık öyküleri olarak biliniyor. Bu öykülerin kimileri Wagner'in operalarında hayat bulmuş.

Şehrin az dışında yemyeşil bir alanda gözünüze çarpan gri büyük tanklardan etkilenmemek olası değil. Bu tankların her biri kentin yerleşim birimlerinde kullanılmak üzere dört bin litre, seksen derece sıcaklığında su taşıyor. Bu sıcak sular aynı zamanda özel bir ağ ile Reykjavik kaldırım ve caddelerinin altına da döşenmiş borularla buzlanmayı önlüyor.





Boş bir tankın içine kurulmuş olan Saga Müzesinde İzlanda tarihinin önemli kişi ve olayları mumyalarla betimlenmiş. Mükemmel ötesi.



Müze deponun en üst katındaki seyir terasından bütün şehri dumanların arasından görmek de ayrı bir keyif.





Öğle yemeğmizi bir yerel lokantada alıp otobüsümüzle yola devam ediyoruz.

Hedef Thingvellir Ulusal Parkı.

Allahım, sen aklıma sahip çık!!!

Reykjavik’den yirmi üç kilometre uzaklıkta bulunan bir lav tabakasının ortasında bir vadi burası. Avrupa ve Kuzey Amerika yer tabakalarının birbirinden ayrıldığı vadi. Şu anda yer yüzünün en ince tabakasının olduğu vadi. Ve bir gün kırılarak, İzlanda’yı da iki ayrı adaya dönüştürecek olan dört kilometre genişliğinde, kırk metre derinliğindeki yarıkta, vadideyiz. Akıl tutulması başladı.

Her iki yanda bazalt sütunlar on altı kilometre boyunca uzanıp gidiyor.

Tarihi yansıtacak çok fazla yapı kalmamış; ancak doğal oluşumlar, lav birikimlerinin arasından akan nehirler, aniden karşınıza çıkıveren şelaleler ve renkler ve renkler ve renkler beni alıp bir yerlere bırakıverdi.



Yukarıdaki fotoğrafta en yukarıda görülen yamaçların hemen altında düz bir hat gidiyor. Hemen onun altında kıvrık giden bir başka çizgi var. İşte o bölge İzlanda'nın bir gün iki ayrı parçaya bölüneceği yer.



Vadide yürüyüş


Bayrağın bulunduğu bu alan, Althing toplantıları için kullanılan ve Yasa Kayası olarak adlandırılan alan. Bu isimle anılmasının sebebiyse, sözcülerin burada alınan kararları yüksek sesle tüm parlamento üyelerine ve halka bildirmesiymiş.




Thingviller Ulusal Parkı’nın doğa özelliği kadar tarihsel önemi de çok büyük.

10. yüzyıl başlarında İzlanda’nın otuz altı yerel kabile reisi her yaz burada iki hafta toplanarak aralarındaki çekişmeleri halka açık olarak çözmeye, tartışmaya başlamışlar. İlk parlamento olan Althing burada, Thingvellir’de (Toplantı Yeri) kurulmuş.

Bininci yılda, İzlanda’nın Hıristiyanlığı ulusal din olarak kabul etmesi burada gerçekleşmiş.

Althing’in zaman içinde etkisi zayıflayınca, güç boşluğunu hemen Norveç ve Danimarka doldurmuş.

1843 yılında Reykjavik’de yeniden açılmasına karar verilmiş.

O tarihten sonra Thingvellir sadece bazı festivalleri ve ülke tarihindeki önemli olayları kutlama alanı olarak yaşamına devam etmiş.

17 Haziran 1944 yılında ülkenin bağımsızlığı neredeyse ülkenin yarısının katılımıyla burada ilan edilmiş.

2000 yılında da Hıristiyanlığın kabulünün bininci kutlamalarının ev sahipliğini yine Thingvellir yapmış.

İşte böyle bir doğa ve tarih karışımından sağ salim çıkıp otobüsümüze bindik.


Yüz on kilometre yol kat edip geceyi geçireceğimiz Selfoss’a varacağız. Bu yol iyi geldi. Biraz kendimi toparlamam gerekiyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder