Hazır yola çıkmışken orayı da göreyim, aman burayı da gezmeliyim derken, mutlaka bu rüya köye de uğramam gerekiyordu. 3 gün 3 gece beynim dinlendi. Ruhum kanatlanıp bir yerlere kondu, bir garip oldum. Sıkılırsın dediler, sıkılmadım. Nasıl sıkılayım; sabah sisinde başka, güneşte başka, alaca karanlıkta bambaşka bir köy buldum karşımda.
Hallstatt'a tek aktarmayla Salzburg'dan trenle geçtim. Size alternatif sunuluyor. Aktarma yeri tren için de aynı olan Attnang Puchheim'a kadar otobüsle gidip trenle devam edebiliyor, ya da hep trenle seyahat edebiliyorsunuz. Otobüs trene göre çok daha ucuz. Neredeyse yarısı kadar hem de. Ben yön bulma konusunda hep sınıfta kaldığımdan baştan treni tercih ettim. Adamlar sistemi öyle bir oturtmuşlar ki, atlamak, hata yapmak neredeyse olanaksız.
Göller ve ormanların içinden geçerek Hallstatt istasyonuna vardığımda etrafta ne bir bina, ne istasyonda bir memur vardı. Sanki gölün oralarda farkına varılmadan kurulmuş hayalet istasyon gibiydi. Bir tane de ahşap tabela: Gemiye gider....Gölün diğer tarafında köy olanca heybetiyle şöyle bir silkeliyor insanı.
O patikadan aşağı yüründüğünde yukarıdaki fotoğrafta görülen tekne zaten yanaşmış, trenden inecekleri bekliyordu.
Tek yön 2.5 Euro'yu ödeyip karşıya geçtik.
Yaz aylarında göl üstünde gezinti motorları tur düzenliyormuş.
Otelim inanılmaz güzeldi. Hallstatt'ta zaten kötü konum yok ama bu tam gölün kenarında konuşlanmış, odalarıyla, odada sunduğu minik keyiflerle, kahvaltısı, yemeği ve barıyla gerçekten muhteşemdi.
İsmini hiç çekinmeden yazabileceğim bir mekan: Seehotel Grüner Baum.
Odam henüz hazır olmadığından bavulumu resepsiyona bırakıp dışarı çıktım. Geri döndüğümde ise bavulum çoktan odama yollanmıştı.
Yukarıdaki fotoğrafı otelimin önünden çektim. Tek başına bir iskemle gün doğumunu bekliyordu.
Sırf bu görüntü için bile gidilir.... Aslında Spar Süpermarket'e ait bir yer bu kadar mı sevimli ve sıcak olabilir.
Her saat başı rengi değişen bu manzarayı kaç kere fotoğrafladığımı bilmiyorum.
Başka bir saat diliminde aynı manzara. Sanki farklı bir yer.
Hallstatt dünyadaki en eski bir tuz madenlerinden birine ev sahipliği yapmış.
Uzun yıllar köye ekonomik katkısı yadsınamaz. Ancak bu ekonomik gelişme madencilere yetmemeye başlayınca burasını kapatıp turizme ağırlık verme kararı almışlar. Bu çerçevede ocağı da turistik gezilere açmışlar.
Köyün girişiyle çıkışı arasındaki mesafe 10 kilometre bile değildir. İçeri araba sokulmuyor. Otobüs veya kendi araçlarıyla gelenler dışarıda park edip, otellerin sağladığı shuttle servisleriyle gidip geliyorlar.
Binalar Neubeuern'daki gibi oymalı, bezemeli değiller. Ancak bambaşka bir havaları var. Romantik, rustik.
Fotoğraflar:
Ah çatılar... Bu tür dik çatılarda yağan karın kütle halinde düşmemesini sağlayan metal "kar tutucular"dan (kelimeyi ben uydurdum) çok etkilendim.
Yürürken, en olmadık yerlerde karşıma yukarıdaki gibi ahşap banklar çıktı. Sonradan okudum ve anladım sebebini: Tuz madeni halen işlevini sürdürürken, köyün erkekleri yer altında çalışırlarken, kadınlar tuzları yöreye özgü sepetlerle yürüyerek değirmenlere taşırlarmış. İşte bu banklar da kadınların dinlenme yerleriymiş.
Burada da o tuz taşıyan kadınların anısına yapılmış bir heykel.
I ve II.ci dünya savaşı sırasında hayatlarını kaybedenler anısına dikilmiş anıtlardan birine de Hallstatt'ta da rastladım. Tam da göl kenarındaki "ana caddenin" üstünde.
Göle nazır bir balkon, veranda.
1659 yılından bir ev.
Yine bankın birinde kurumuş bir dal.
Minicik pencereye minicik bir saksı.
Burada da kışlık odunlar aynı Neubeuern'deki sistemle istifleniyor. Yukarıdaki fotoğraftaki espri güzeldi. Elindeki cep telefonu veya tabletle durmadan fotoğraf çeken insanlara ithaf edilmiş: Dokunmayın diye yazmışlar. Bunun bence daha Türkçesi, önünüze bakın, odunlara çarpıp sağa sola devirmeyin demek.
Hallstatt'da 3 yürüme yolu var. Bir tanesi göl kenarında, biri ana yoldan 2 bina kadar üstte, sonuncusu da - çıkamadım, 2ci yolun da üstünde.
12. yüzyıldan beri ayakta duran Katolik kilise 2ci yolun üstünde kurulmuş.
Mezarlığın yanı sıra içinde 1200 adete yakın kuru kafanın olduğu Kafatası Evi var. Bunlardan 600 kadarı boyanmış ve ailelere göre istiflenmiş. Burada amaç, yeni gömülenlere yer açmak!! Köyün tek mezarlığı olduğundan, belli zamanlarda eski mezarlar açılıp iskeletler Kafatası Evi'ne taşınmış.
Mayıs 2017 tarihine kadar kapalıymış, yani gezemedim.
Yukarıdaki fotoğraftaki kilise ise,Kral 1. Franz Joseph'in talimatıyla köyün tam orta yerine yapılmış ve inşaatı 1865 yılında tamamlanmış olan Evangelik Kilise.
Katolik Kilisenin mezarlığından çekmiştim.
İkinci yoldan inerken/çıkarken önce gözüme sonra makineme takılanlar.
Datça'ya gider gitmez bütün plastik saksılarımı rengarenk şeritlerle bağlayacağım ben de.
Bu kadar estetik olmak zorunda mı?? İnsanın gözünü, kulağını, ruhunu rahatsız eden hiç bir şeyin olmaması normal mi diye o kadar çok düşündüm ki.
Bir kepenge sıkışıp kurumuş yaprak fotoğraflanır mı? Evet, hem de ne keyifle.
Hallstatt'ın siyah çatılı evleri. beni büyülediniz siz.
Göl manzaralı pencereler.
Önlerinde balkonlar.
5.000 kişinin bile yaşamadığı yerde bir müze olması zaten şaşırtıcı ama, müzenin içeriği daha da ağır geldi bana. İlk kuruluş tarihinden günümüze kadar olan süreç oda oda, pencere pencere anlatılmış. Asla küçümsenecek bir müze değil yani. Dolaşmak neredeyse 1 saate yakın sürüyor. Girişte bir de promosyon uyguluyorlar. Eğer konaklıyorsanız normal fiyatından 2 Euro daha az ödüyorsunuz.
Bu güzel yerleşim 20 Eylül 1750 yılında büyük bir yangın geçirip kül olmuş. Fırıncının karısının soğuğu önlemek amacıyla bacaya soktuğu kağıtların tutuşması sonucunda 35 ev ve Belediye Binasındaki tüm belgeler alevler altında kalmış. 4 kişi de hayatını kaybetmiş.
11 Aralık 1750 tarihli bir belgeye göre, yangının maliyeti 32.025 Gulden olarak belirtilmiş.
Uzun konaklamam süresince yollardan her geçişimde başka bir şey görüp yaşadım. Her seferinde farklı bir keyif aldım. 4000 yıllık geçmiş her yerde hissettirdi kendini.
Yer yüzünde ilk defa Hallstatt Japonya'da bire bir kopyalanmış... Bu sebepten olacak yer gök Japon doluydu. Genelde sabah treniyle gelip akşam döndüler. Ama konaklayan ciddi sayıda turist de vardı.
Viyana'ya doğru gitmem gereken gün geldiğinde aynı tekneyle yine 2.5 Euro vererek karşıya geçtim. 15 dakika sonra da trenim geldi.
UNESCO listesinde olan Hallstatt, bir gün yine mutlaka görüşeceğiz. İnanılmaz bir yersin. Bana kattıkların için minnettarım.
Devam edeceğim...
İyi kalalım, sağlıkta kalalım.
Hallstatt'a tek aktarmayla Salzburg'dan trenle geçtim. Size alternatif sunuluyor. Aktarma yeri tren için de aynı olan Attnang Puchheim'a kadar otobüsle gidip trenle devam edebiliyor, ya da hep trenle seyahat edebiliyorsunuz. Otobüs trene göre çok daha ucuz. Neredeyse yarısı kadar hem de. Ben yön bulma konusunda hep sınıfta kaldığımdan baştan treni tercih ettim. Adamlar sistemi öyle bir oturtmuşlar ki, atlamak, hata yapmak neredeyse olanaksız.
Göller ve ormanların içinden geçerek Hallstatt istasyonuna vardığımda etrafta ne bir bina, ne istasyonda bir memur vardı. Sanki gölün oralarda farkına varılmadan kurulmuş hayalet istasyon gibiydi. Bir tane de ahşap tabela: Gemiye gider....Gölün diğer tarafında köy olanca heybetiyle şöyle bir silkeliyor insanı.
O patikadan aşağı yüründüğünde yukarıdaki fotoğrafta görülen tekne zaten yanaşmış, trenden inecekleri bekliyordu.
Tek yön 2.5 Euro'yu ödeyip karşıya geçtik.
Yaz aylarında göl üstünde gezinti motorları tur düzenliyormuş.
Otelim inanılmaz güzeldi. Hallstatt'ta zaten kötü konum yok ama bu tam gölün kenarında konuşlanmış, odalarıyla, odada sunduğu minik keyiflerle, kahvaltısı, yemeği ve barıyla gerçekten muhteşemdi.
İsmini hiç çekinmeden yazabileceğim bir mekan: Seehotel Grüner Baum.
Odam henüz hazır olmadığından bavulumu resepsiyona bırakıp dışarı çıktım. Geri döndüğümde ise bavulum çoktan odama yollanmıştı.
Yukarıdaki fotoğrafı otelimin önünden çektim. Tek başına bir iskemle gün doğumunu bekliyordu.
Sırf bu görüntü için bile gidilir.... Aslında Spar Süpermarket'e ait bir yer bu kadar mı sevimli ve sıcak olabilir.
Her saat başı rengi değişen bu manzarayı kaç kere fotoğrafladığımı bilmiyorum.
Başka bir saat diliminde aynı manzara. Sanki farklı bir yer.
Hallstatt dünyadaki en eski bir tuz madenlerinden birine ev sahipliği yapmış.
Uzun yıllar köye ekonomik katkısı yadsınamaz. Ancak bu ekonomik gelişme madencilere yetmemeye başlayınca burasını kapatıp turizme ağırlık verme kararı almışlar. Bu çerçevede ocağı da turistik gezilere açmışlar.
Köyün girişiyle çıkışı arasındaki mesafe 10 kilometre bile değildir. İçeri araba sokulmuyor. Otobüs veya kendi araçlarıyla gelenler dışarıda park edip, otellerin sağladığı shuttle servisleriyle gidip geliyorlar.
Binalar Neubeuern'daki gibi oymalı, bezemeli değiller. Ancak bambaşka bir havaları var. Romantik, rustik.
Fotoğraflar:
Noel tüm renkleriyle, çiçekleriyle, ışıklarıyla insanı sarıp sarmalıyor.
Ah çatılar... Bu tür dik çatılarda yağan karın kütle halinde düşmemesini sağlayan metal "kar tutucular"dan (kelimeyi ben uydurdum) çok etkilendim.
Yürürken, en olmadık yerlerde karşıma yukarıdaki gibi ahşap banklar çıktı. Sonradan okudum ve anladım sebebini: Tuz madeni halen işlevini sürdürürken, köyün erkekleri yer altında çalışırlarken, kadınlar tuzları yöreye özgü sepetlerle yürüyerek değirmenlere taşırlarmış. İşte bu banklar da kadınların dinlenme yerleriymiş.
Burada da o tuz taşıyan kadınların anısına yapılmış bir heykel.
I ve II.ci dünya savaşı sırasında hayatlarını kaybedenler anısına dikilmiş anıtlardan birine de Hallstatt'ta da rastladım. Tam da göl kenarındaki "ana caddenin" üstünde.
Göle nazır bir balkon, veranda.
1659 yılından bir ev.
Yine bankın birinde kurumuş bir dal.
Minicik pencereye minicik bir saksı.
Burada da kışlık odunlar aynı Neubeuern'deki sistemle istifleniyor. Yukarıdaki fotoğraftaki espri güzeldi. Elindeki cep telefonu veya tabletle durmadan fotoğraf çeken insanlara ithaf edilmiş: Dokunmayın diye yazmışlar. Bunun bence daha Türkçesi, önünüze bakın, odunlara çarpıp sağa sola devirmeyin demek.
12. yüzyıldan beri ayakta duran Katolik kilise 2ci yolun üstünde kurulmuş.
Mezarlığın yanı sıra içinde 1200 adete yakın kuru kafanın olduğu Kafatası Evi var. Bunlardan 600 kadarı boyanmış ve ailelere göre istiflenmiş. Burada amaç, yeni gömülenlere yer açmak!! Köyün tek mezarlığı olduğundan, belli zamanlarda eski mezarlar açılıp iskeletler Kafatası Evi'ne taşınmış.
Mayıs 2017 tarihine kadar kapalıymış, yani gezemedim.
Yukarıdaki fotoğraftaki kilise ise,Kral 1. Franz Joseph'in talimatıyla köyün tam orta yerine yapılmış ve inşaatı 1865 yılında tamamlanmış olan Evangelik Kilise.
Katolik Kilisenin mezarlığından çekmiştim.
İkinci yoldan inerken/çıkarken önce gözüme sonra makineme takılanlar.
Datça'ya gider gitmez bütün plastik saksılarımı rengarenk şeritlerle bağlayacağım ben de.
Bu kadar estetik olmak zorunda mı?? İnsanın gözünü, kulağını, ruhunu rahatsız eden hiç bir şeyin olmaması normal mi diye o kadar çok düşündüm ki.
Bir kepenge sıkışıp kurumuş yaprak fotoğraflanır mı? Evet, hem de ne keyifle.
Hallstatt'ın siyah çatılı evleri. beni büyülediniz siz.
Göl manzaralı pencereler.
Önlerinde balkonlar.
5.000 kişinin bile yaşamadığı yerde bir müze olması zaten şaşırtıcı ama, müzenin içeriği daha da ağır geldi bana. İlk kuruluş tarihinden günümüze kadar olan süreç oda oda, pencere pencere anlatılmış. Asla küçümsenecek bir müze değil yani. Dolaşmak neredeyse 1 saate yakın sürüyor. Girişte bir de promosyon uyguluyorlar. Eğer konaklıyorsanız normal fiyatından 2 Euro daha az ödüyorsunuz.
Bu güzel yerleşim 20 Eylül 1750 yılında büyük bir yangın geçirip kül olmuş. Fırıncının karısının soğuğu önlemek amacıyla bacaya soktuğu kağıtların tutuşması sonucunda 35 ev ve Belediye Binasındaki tüm belgeler alevler altında kalmış. 4 kişi de hayatını kaybetmiş.
11 Aralık 1750 tarihli bir belgeye göre, yangının maliyeti 32.025 Gulden olarak belirtilmiş.
Uzun konaklamam süresince yollardan her geçişimde başka bir şey görüp yaşadım. Her seferinde farklı bir keyif aldım. 4000 yıllık geçmiş her yerde hissettirdi kendini.
Yer yüzünde ilk defa Hallstatt Japonya'da bire bir kopyalanmış... Bu sebepten olacak yer gök Japon doluydu. Genelde sabah treniyle gelip akşam döndüler. Ama konaklayan ciddi sayıda turist de vardı.
Viyana'ya doğru gitmem gereken gün geldiğinde aynı tekneyle yine 2.5 Euro vererek karşıya geçtim. 15 dakika sonra da trenim geldi.
UNESCO listesinde olan Hallstatt, bir gün yine mutlaka görüşeceğiz. İnanılmaz bir yersin. Bana kattıkların için minnettarım.
Devam edeceğim...
İyi kalalım, sağlıkta kalalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder