Ana adaya bağlı Gozo adasına hem yolcu, hem de araç taşıyan
vapurla yarım saatte gidiliyor. Bunun için önce Cirkewwa Limanına gelmek
gerekiyor.
Pazar günü olduğundan terminal çok kalabalıktı. Sorunsuzca
vapura binip, geminin içinde kalmak
isteyenler oturdu, bir kısmımız da dış güvertelere çıktık. Araçlar da içeri
alındıktan sonra hareket ettik. Hava çok güzel.
İlginç kaya oluşumları var. Görüldüğü gibi çorak bir ortam söz konusu.
Gozo adasında Mgarr limanına ulaştığımızda otobüsümüze binip
hemen Ggantija tapınaklarını görmeye gittik. Herhangi bir tura bağlı olmadan
Malta’ya gitmek isteyenlere: İki katlı sightseeing otobüsleri her yerde hazır
ve nazırlar. Fiyatlarını soracak vaktim olmadı. Ancak pahalı olduklarını
sanmıyorum. Şöyle bir örnek verebilirim: Valetta’da yaptığımız ve 45 dakika
süren “tren” için adam başı 3€ ödedik.
Adanın açıklardan görüntüsü.
İki ada arasında çalışan vapurlar.
Gelelim Ggantija tapınaklarının
öyküsüne. Megalitik döneme ait olup, M.Ö. 3600 yılından kalma olduğu
bilinmekte. İlk Mısır piramidinden yaklaşık 1000 yıl önce yapıldığı
kanıtlanmış. Göbekltepe’nin gün yüzüne çıkmasına kadar yer yüzündeki en eski tapınak yeri olarak tarihteki yerini almış.
Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır derler hani... Bizim dünya tatlısı rehberin de değişik bir anlatımı var. Elinde yukarıdaki fotoğrafta da görüldüğü gibi, sürekli bir tomar kağıtla dolaştı. Çizerek anlatıyor adam. Ve sen, istesen de, istemesen de gördüğün için çok iyi anlıyorsun.. Ancak çizim şekli ilginç. Yukarıdaki şekilde duruyor. Kağıtları göğsünün üstünde tutuyor. Kalem sağ elde, kendisi tomarın tepesinden bakarak çizmeye başlıyor. Artık o kadar alışmış ki, sıfır hata çizimi bitiriyor. Bu şekilde bir Malta Hac'ı çizdi, herhalde hayatım boyunca unutmayacağım.
Harabelerden kareler. Çok turist vardı. Hâlâ Göbeklitepe'yi bilmeyen insanlarımızın varlığına yine burkulduk.
Burasını gezdikten sonra adanın Rabat şehrine doğru yolumuza önce arabayla devam edip, sonrasında yaya olarak yürüdük. Turdakiler Kale'ye çıktı. Dedim, beni bırakın, ben hiç bıkmayacağım o dar sokaklarıma gireceğim.
Pencerelere ve/veya kapılara hasır asmışlar. Sanıyorum yaz aylarında sıcaklara karşı korunma amaçlı kullanılıyor. Güzel duruyor ama.
Bıkmayın benim bu fotoğraflarımdan lütfen:)
Gerçekten çok sadeler. Renk cümbüşleri yok. Şaşırtan ayrıntılar yok. Bunlar var.
Cafeleri de dolup taşmıyor. Valetta hariç. Orası kalabalıktı.
Postaya vermek üzere yanımda taşıdığım bir posta kartını, az kalsın bu kutuya atacaktım. Keyifle gitsin varacağa yere diye düşünmüştüm. Halbuki bu bir eve ait posta kutusu.
Bu arada öğleni de ettik. Yemeği deniz kıyısında Moby Dick diye bir yerde yiyecekmişiz. Balık mönüsü tercih edildi.
Saat 13 gibi lokantanın içindeydik. Çıkış saatimiz ise, tam 15.30'du.... Şaka değil. Sadece on bir kişilik bir grubuz; yiyeceğimiz belli... ama hayır, servis yok. Bir ekmek sepetiyle içinde minik yağ masaya bırakılıyor; bir saat sonra balık çorbası geliyor. Ondan sonraki servis yine bir saat sonra. Ama ciddi isyan ettik. Dönüş feribot saatini kaçırdık mı!!! Zira mutlaka görmemiz gereken bir başka yer daha vardı. Tam o sırada bardaktan boşanırcasına yağmur da başladı mı. Bir ada trafiğinin nasıl felç olabileceğini de yaşamış olduk. Neyse ki, feribot seferleri gece geç saatlere kadar devam ediyormuş da, geceyi orada geçirmekten kurtulduk.
Sersem Moby Dick lokantasının solundaki bu binaların "istimlak" edilip çocuk parkı ve yürüyüş yolu olacağı söyleniyor. Pek ihtimal vermiyorlar, ama biz, ihtimal verin, verin, dedik!!
Aynı sersem lokantanın bu sefer de sağında kalan yürüyüş platformu. Yanına bile gidecek zamanımız olmadı.
Gozo'da, Dwejra bölgesindeki Azure Window, Mavi Pencere isimli doğa harikası kayalıklar. Burası hem Osmanlı'nın Malta kuşatması sırasında gemilerin yanaştığı üç yerden biri olma özelliğini taşıyor, hem de Truva, Gladyatör, Monte Cristo Kontu, Odysseus gibi çok ünlü filmlerin çekildiği bölge. Ayrıcana, Malta'nın en önemli dalış noktalarından biri.
Yağmur bir yandan, trafik diğer yandan... feribot gitti. Bir sonrakine bineceğiz inşallah.
O mahşeri kalabalıkta yaşadıklarımız da bir olaydı. Avrupa birliği ülkesi falan filan.. Boş ver... menfaatine dokunulduğunda efendilik, onluk, bunluk ortadan kalkıyor. Bizim grubun yarısından fazlası turnikelerden geçebildi. Geride dört kişi kaldık. Turnikelere iki adım var, ama yanaşmak ne mümkün. İttirenler, kaktıranlar, aradan sıyrılmaya çalışanlar... bu arada içeri girmiş gruptan iki kişi çantalarına girmeye çalışan eller yakalamış. Bize sürekli olarak, çantalarınızı kollayın mesajları yolluyorlar lakin, anlayan yok, duyan yok. Yerel rehberimizin gayretleriyle geçebildik. Ama bayağı bir sesler yükseldi; bir ara kerkes kendi dilinde, lisanında konuşmaya, bağırmaya başladı falan....
Neyse, sağ sağlim gemiye girip yerlerimize oturduk ve ana adaya gelene kadar da kıpraşmadık.
Bu arada Maltalı ve Gozoluların birbirlerinden hiç hoşlanmadıklarını, sevmediklerini öğrendik. Aslında Gozolular, eski çağlarda, o adada da bir nüfus olsun diye Malta'dan götürülmüş insanlarmış.. Ve daha yakın tarihte Malta'ya bağlanmış. Ancak tekrar bağımsız olmak istiyormuş. Bir referandum yapılmış, onaylanmış. Şimdilerde o tarihin gelmesini bekliyorlar. Maltalıların onları sevmemelerinin sebebi ekonomik. Maltalı, devlet işinde çalışıyorsa, başka işte çalışamıyormuş. Ama aynı şey Gozolu için geçerli değilmiş. Gozolu hem devlet için çalışıp, hem de bir başka işte çalışabilirmiş. Verdikleri vergi oranları da farklıymış. Tabii ki, Maltalı daha fazla, Gozolu daha az vergi veriyormuş...
Küçük adaların kendilerine göre büyük dertleri...
Yarın nefis bir yerle devam edeceğim.....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder