Dün bizi Kalymnos’a bırakan katamaranla yolumuza devam
ediyoruz. Yolculuk bir buçuk saate yakın sürecek.
Dile getirilemeyen bir tedirginlik var üstümüzde. Acaba
Patmos nasıl bir yer… Önceden bu adaya
gidenlerin tavsiyesine uyarak iki gece konaklayacağız. Ya Kalymnos gibi
çıkarsa ne yaparız?
Gemi limana yanaştığında aynı bavul sistemi devreye
girmişti. Bir taksi bulmak üzere yürürken kalacağımız otelin pankartını taşıyan bir bayanla karşılaştık.
Aman da ne güzel; burada da karşılamaya gelmişler. Arabaya tabii ki bindik ama
durum tahmin ettiğimiz gibi değilmiş. Müşteri avına çıkmış kalacağımız otelin
sahibeleri. Hotel Hellinis iki tane
inanılmaz dişlek kız kardeş ve onların eşleri tarafından işletilen bir başka aile oteli. Konumu çok güzel. Limana
beş dakikalık yürüme mesafesinde ve sahilde bulunan Skala bölgesinde.
İyi yere tezgah
açmış kızlar. Otelden hemen sonra kızlardan birinin kocasına ait bir araba
kiralama şirketi, ve onun yanında da öğlen yemeklerini yiyebileceğiniz bir
taverna. Buradaki taverna tabirinin bizdeki anlamda olmadığını anlamak da
zamanımı aldı. Bizde, çalgılı, danslı yerler olarak bilinir. Öğlenleri
kapalıdır. Yunanistan’da ise öğlenleri de servis veren, neredeyse “esnaf lokantası” ayarında yerler
olabiliyor.
Otel Hollandalı turistlerle dolu. Kızların işleri iyi olmalı
ki, bizi yeni inşa edildiği her halinden belli olan apart otel kısmına
götürdüler. Liman manzaralı büyük bir balkon, tost/kahve makinesi, meyve
sıkacağı, elektrikli ocağı ve buzdolabı
olan büyük bir oda. Çocuklu ailelerin
rahatlıkla kalabileceği, ufak tefek ihtiyaçlarını orada halledebilecekleri
kadar da donanımlı.
Bavulları bırakıp hemen yanı başımızdaki “tavernaya”, Netia’ya
gittik. Ve benim inatla “şakşuka” veya “matruşka”
dediğim musakka öğlenlerim başladı. Ama çok seviyorum. Ama çok güzel
yapıyorlar. Ama ben sürekli olarak yiyebilirim!! Meğerse içine beyaz şarap da
ekliyorlarmış. Tarifini anlatan bir kartpostal aldım da oradan öğrendim. Oh
mis.
Patmos’u ünlendiren en önemli unsurlar Evangelist rahip John’un
İncil’in en önemli kitaplarından biri olan “Book of Revelation”u (Apocalypse) bu adada yazmış olması; kitabı
yazdığı mağara ve adına inşa edilmiş manastır, rüzgar değirmenleri ve de Unesco
tarafından Dünya Mirası’na alınmış Chora bölgesinin yine burada olması.Bu rahip daha sonraları Efes'e gitmiş ve orada ölmüş. Mezarı da Efes'teymiş.
Çok güzel türkçe konuşan, nur yüzlü Father Alexandros
Manastırın dış görünümü
Değirmenler.
Chora bölgesinden ufak anılar.
Evet, burası tartışmasız Kalymnos’tan çok daha sevimli bir
ada.
Tel kadayıfına sarılmış ve yağda hafifçe kızartılmış peynir.
Altında ılık fava, üstünde ahtapot... ve de tatlı-ekşi sos.
Bunları görüp yedikten sonra balık çorbası, elimden büyük kalamar dolması fotoğraflamak fazla ilginç gelmedi açıkçası!
Güneş etkisini azalttıktan sonra yürüyerek liman bölgesine
gittik.
Artık açılmış olan dükkanları dolaştık; ufak tefek alışveriş
yaptık; gözümüze ilk başta büyük gelen,
ama aslında avuç içi kadar olan meydanında fotoğraflar çektik; bir meydan
barında oturup içkilerimizi yudumladık. Bol miktarda Türk ile karşılaştık. Aman
nasılsa yabancı ülkede bizim dili kimse bilmez diye düşünülmemesi gereken bir
yer Yunan adaları!! Zaten çoğu çok güzel konuşup anlıyor dilimizi. Yani
dikkatli olmakta faide var. Sadece arkadaşım, tekneleriyle adaya gelmiş olan
altı arkadaşına rastladı o meydanda, o gece.
Bizimle ettik sekiz; en az beş altı kişiyi de konuşmalardan çıkarttık.
Esnafın dediğine göre, gelen teknelerin en iyileri bizimkilere aitmiş. İster
istemez gururlanıyor insan!!
Liman bölgesinden anılar.
Arkadaşımın tanışları bir lokanta tavsiye etti. Tam sahilde
kumların üstünde olduğundan çok esiyormuş; bu yüzden ertesi gece oraya gitmeye
karar verip dar sokaklarda bulduğumuz bir lokantada yemeğimizi yedik. Sıradan
bir yemekti. Ama Türkçe Menü vardı!! Şaka gibi.
Taksiyle otele dönerken şöförümüze ertesi gün bizi yukarıya
manastırın olduğu bölgeye en az iki saat orada vakit geçirmek üzere kaç paraya
çıkaracağını ve geri getireceğini sorduk. Biraz pazarlık ettikten sonra, sabah
saat on bir de otelde buluşmak üzere ayrıldık. Michael(is) o geceki ücreti almadı..
Yarın bahşiş verirsiniz dedi. Tamam, nasıl deniliyordu Yunanca… Unuttum.
Otelde kahvaltı yine ortalamanın altındaydı.
Adamımız tam vaktinde geldi ve yukarıda fotoğrafları
paylaştığım bölgeye çıktık.
Önce yolumuzun üstündeki mağarayı gezdik. Manastırın
kapısına vardığımızda, Michaelis siz burada en az iki saate yakın kalırsınız;
ben aşağı inip müşteri bekleyeyim; işinizi bittiğinde arayın, hemen gelirim
diyerek çekti gitti. Nasıl yani bile diyemedik. Gitti.
Bir baktık ki, manastırın yolu dik ve merdiven. İçeride de
bol bol ikona varmış. İkimize de hiç cazip gelmedi!! Bunun üzerine bol bol
yürüyüp fotoğraf çektik; cafelerde oturup türk/yunan kahvesi içtik. Güneş
canımızı acıtmaya başlayınca da bizim adamı arayıp çağırdık. Gerçekten de iki
dakika sonra geldi. Manastırı gezmediğimizi duyunca çok şaşırdı, sanki biraz da
bozuldu… Değirmenleri de gösterdikten sonra bizi yeniden otelimize bıraktı. Parasını
ödeyip teşekkür edip kendimizi yemek yemek üzere yan komşuya attık. Gençten bir garson, o gün “pistaccio”
yaptıklarını söyledi. O ne ola ki? Ama
arzu edersek “şakşuka da” servis edebilirmiş. Yok… bugün ötekini deneyelim.
Yemeğimizi beklerken kapıdan iki hanım girdi. Öndeki bayan,
arkadaşıma bakıp, aaaaa, şezlong komşum, dedi… Bodrum Aktur plajında gerçekten
de yan yana güneşlenirlermiş!! Diğerini
de ben çok iyi tanıyorum da, nereden acaba…. Sonunda çıkardım. Aslında tanıdığım
bayan değil, giydiği elbiseydi!! Can dostumun bana Bodrum’dan alıp hediye
ettiği elbise o bayanın üstündeydi. Aynısıyla tıpkısıyla. Benim kopma
anlarımdan biriydi.
O bayanlar da bizim yaptığımız programın aynısını bir gün
farkla yapıyorlarmış. Onlar da Kalymnos’tan gelmişler. Onlar da iki gece Patmos’da
kalacaklarmış. Sonrasında da aynı bizim gibi Leros’a ve Kos’a devam edip Bodrum’a
döneceklermiş. Ve aynı otelde kalıyormuşuz. Tek farkımız, onların rezervasyon
yaptırmadan gelip, limanda bizim dişlek kız kardeşlere yakalanması. Bilgi alışverişinde bulunuldu, afiyet olsun
denildi ve herkes kendine döndü.
Pistaccio geldi… Uy… uy…. Uy….
Akşam üstü bir gün öncesine göre daha erken bir saatte liman
bölgesine indik. Gün gözüyle etrafı görelim istedik. Siesta vaktine denk
gelmişiz. Ne kadar farklıydı ama. Köhne, tenha, boz renkli bir şehirle karşılaştık.
Çok ilginçti. Yine aynı meydan barında oturduk; bir gece önce yan masada oturan
çiftin yine aynı masada oturduğunu gördük ve hatta selamlaştık…. Yine iki kadeh
içkimizi içtik ve akşam yemeği için Çipurakis’e gitmek üzere yürümeye başladık.
Arkadaşlar, bu ÇİPURAKİS’i gerçekten bir yerlere not edin. Yol
tarifi: Meydandan – tek meydan var, deniz tarafına doğru yürüyüp, denizi
gördüğünüzde sağa dönüyorsunuz. Biraz yürüyorsunuz; sol tarafta, deniz kenarında,
kumluk olan bir yerde şemsiyeler ve masalar görüyorsunuz. İşte orası. Yolun
karşı tarafında da kapalı bölümü var. Hava rüzgarlı olduğundan biz de iç
kısımda oturduk. Elinde sigarasıyla sipariş alan bir dükkan sahibi. Beter Türk
durumları sanki… Bir yumurta topuk ve
arkasına basılmış ayakkabı eksikti
dersem, hiç abartı olmaz. Öyle bir yerden böyle yemekler çıkacağı kimin aklına
gelir, bilemiyorum.
Başka bir şey demeden fotoğrafları paylaşıyorum. Karar
sizlerin olsun.
Tel kadayıfına sarılmış ve yağda hafifçe kızartılmış peynir.
Çatlamış, patlamış bir şekilde, ama, yahu biz neler yedik,
bu ne lezzetti diyerekten; üstüne üstlük yine komik bir para ödeyerekten
otelimize döndük.
Adadaki son günümüzün son iki saatini yapacak bir şey
bulamadığımızdan otelin bahçesinde oturarak geçirdik. Limansa liman, gezdik,
tozunu attırdık. Yukarı bölgeyse, o da tamam. Yani ada bitti. Ha, şunu
belirtmem gerekiyor: Denize girmeyi, plajda vakit geçirmeyi hiç düşünmedik. Mayolarımız
yanımızdaydı, ama bir kere bile girmedik. Bunun da önemli bir sebebi var: Sezon
dolayısıyla olmalı, gördüğümüz plajlarda ne bir şemsiye, ne bir şezlong, ne de
bir büfe vardı. Allahın o sıcağında güneşin altında kavrulmak istemedik. Buna
bir de benim Datça, arkadaşımın da Bodrum’dan geldiğini eklerseniz, sebep
sonuca götürür herhalde.
Benim için o bahçede geçirilen sakin, koşturmasız iki saat de
hoştu. Ama yol arkadaşım çok sıkıldı açıkçası. Ne yapalım…
Duble Türk/Yunan kahvesi içmek de bir deneyimdi. Ama bana fazla geldiğinden, ısmarlarken, regular demeyi öğrendim.
Ayrılık saatimiz geldiğinde dişlek kız kardeşler tarafından limana
götürüldük.
Aynı katamaran gözüktü işte. Ama bugün yarım saat rötar
yaptı. Aslında hep rötarlıymış. Neden diye sorduk, yanıt; because they are
crazy, oldu. Peki. Siz öyle diyorsanız, haklısınızdır.
Patmos, seni sevdim. Bir daha ziyaret etmek isterim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder