Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

7 Eylül 2013 Cumartesi

Dettifos Çavlanı, Breiddalsvik

Bugün Akureyri’den ayrılıyoruz. Ülkenin Doğu sahillerini takip ederek  gezimize başladığımız yere, Reykjavik’e döneceğiz.

Yolumuzun üstündeki ilk durak Dettifos çavlanı.
Debisi ve yükseklik açısından Avrupa’nın en büyük ve en güçlü çavlanı olarak biliniyor. Godafoss  gibi romantik değil; tam tersine ürkütücü, güçlü. 




İçinde bulunduğu Jökulsarglijufur Ulusal Parkı jeolojik bakımdan gerçekten akla zarar bir yer.  Amerikalıların astronotları neden uzay çalışmaları için burada eğittiklerini çok iyi anlıyor insan. 




Düşme korkusundan gözlerimi yerden fazla ayırmamaya çalıştığımı yazmama gerek yok herhalde..

Tekrardan yola çıkıp artık sahile doğru yol almadan önce,  yine iç kısımlarda bulunan İzlanda’nın en yüksek bölgesi olan Mödrudalur’da mola verdik.

Üzerinden epey bir vakit geçti, not da almamışım, bu en yüksek bölgenin yüksekliği beş yüz metreden fazla değil…  İşte o enlemde hiçbir şeyin yetişmediği yer. İşte sağım, solum, önüm, arkam kocaman boşluk olan yer.



Öğlen kumanyamızı alacağımız çok eski bir Long House, çim ev. Elektrik bile yok. İki köpek, bir koyun, iki at ve iki veya üç yaşlıdan oluşan bir minik çekirdek aile.



Köpeklerden biri evin çim çatısında sırtını kaşıyordu…   Diğeri ağzında bir tahta parçasını ayaklarımızın önüne bırakıp yere uzanınca, oynamak istediğini anladık; ondan sonra da hayvandan kurtulabilene aşk olsun!!  Sıkıntıdan çatlamış zavallılar…




 Hiç böyle kedi veya köpek gibi masa altında yatan koyun görmemiştim:) yanımıza kadar gelip elimizi yaladı, bacaklarımıza sürtündü, sonunda da tos attı!!!

 İngilizce konuşulmayan tek yerdi.  Araba geçmiyor ki…. Bak bak dur… Yalnızlığı ve sessizliği çok seven biri olarak, bana bile ağır geldi şartlar.

İşte kırk yılda bir bizim gibi bir turist kafilesi gelecek de,  burayı akıl edip gezecek de, oradakiler başkalarını görecek…

Hiçbir şey yok etrafta. O kadar büyük zorluklarla baş etmek zorundalar ki, hep yazdığım gibi, kuvvetli olmak zorundalar. Ve de öyleler. Hani, ekmeğini taştan çıkartan cinsten.  İlginç olan, her yıl bir çocuk da dünyaya getirmiyorlar!!!!

Artık sahile döndü rotamız. Bu sefer ülkenin Doğu tarafında yola devam ediyoruz.

Egilstadir’den,  Doğu İzlanda’nın başkenti, geçip Petra’nın Evi’ni ziyaret ettik. Müze demek daha doğru.
Bu kadıncağız yememiş, içmemiş hayatını İzlanda taşlarına adamış. Sırtında küfesiyle dağ tepe dolaşıp çeşitli taşlar toplamış ve bunlar vefatından sonra vasiyeti üzerine evinde sergilenmeye başlanmış. Çok büyük, taş üstüne taş konmuş bir bahçe; minik akarsular; nefis bir kış bahçesi ile görülmesi gereken yerlerden biri.  Orada bayağı bir vakit geçirdik. Hiç kimse o bahçeden ayrılmak istemedi ki o sırada ciddi yağmur yağıyordu.




Topladığı taşların minicik bir bölümü.







Bahçe ve taş detayları.



İnanılmaz keyifli kış bahçesi.

Yolumuzun üstünde bulunan Stödvafjördur’da daha uzun kalmak isterdik. Ancak yağmur izin vermedi. Bir kafede çay ve kahvelerimizi içtikten sonra yine yollara revan olduk.


Limancık.


İzlanda'nın tepeleri dumanlı dağları

Ama yorulduk.

 Bugün yine dört yüz kilometre kadar yol yaptık. Akşam da merakla beklediğimiz, nasıl olacağına dair hiçbir fikrimizin olmadığı yatılı okuldan dönme otelde konaklayacağız.
Fıstıklar gibi konakladık; harika yemekler yedik; melekler gibi uyuduk. Orada çalışan bir avuç genç insana gıpta ile baktık.




Sevgili, hem de çok sevgili İzlanda; sen nasıl bir ülkesin?? Artık göreceklerime şaşırmayacağım derken, başıma geleceklerden habersizmişim!!! Gulfoss ve Dettifos'tan sonra göreceğimiz o narin, romantik çavlanları küçümseyeceğimi biri söylese, ha ha derdim... 

İzlanda, sen nasıl bir ülkesin yahu....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder