Ben bu geziden fena halde sıkıldım. Bir daha asla gitmem ama, gidecek olsam, Sokotra Adası'nı falan da boş verip beş günün sonunda ülkeden ayrılırım.
Pislikten bıktım. Trafik kargaşasından fenalık geldi. Korna sesleri beni zıvanadan çıkarıyor. Tüm ülkede bir sürü bir şey yok, ama trafik lambaları ve çöp konteynerleri hiç hiç yok. Her sürücü münferit trafik lambası. Kendi kuralını kendisi koyuyor.
Erkek egemenliğinden de bıktım. Kadın ne önemliymiş. Farkında değiller mi acaba?
Ancak Taiz'de kaldığımız Al Saeed Hotel gerçekten ülke standartlarının çok üstünde.
Yola çıkmak üzere otelin kapısında toplandığımızda otel bir grup fotoğrafı çekmek için izin istedi. Albümlerine koyacaklarmış. Turist geliyor, korkmayın siz de gelin anlamında. Fotoğrafımızı genç bir komi elindeki cep telefonuyla bir sağdan, bir soldan çekmeye çalışınca gruptan birinden rica ettik ve herkes bir arada fotoğraflandı.
Yukarıdaki fotoğraf Üstün Baharoğlu'na ait. Kendisine paylaştığı için teşekkür ediyorum. Gruptan çok otel çalışanlarının yer aldığı bir fotoğraf olmuş...
Taiz şehri, bir kayalık üzerinde yükselen Al - Qahira Kalesi'nin eteğinde konuşlanmış.
Diğer şehirlerden fazla farkı yok. Çok kalabalık, çok gürültülü, çok pis, çok erkek.
Şehri en tepe noktasından görüp fotoğraf aldıktan sonra merkeze inip sukta dolaşıyoruz.
Ne kadar çok terzi vardı ama.
Kumaşçılar.
En fazla iki yıl sonra çarşafa sokulacak bir kara kaşlım, kara gözlüm. İnsan kahroluyor bunları görünce.
Bu nostaljik bavulları çok sevdik.
Bizde neredeyse hiç kalmayan tartılardan.
Kurutulmuş balık satıyor. Aklımıza bile gelmedi denemek.
Hasırlar güzeldi ama kim taşıyacak?? Ülkeye ilk varışımızda yüz dolar bozdurmuştum. Dönüşte elimdeki riyalleri verip yetmiş dolar geri aldım!!! Toplam otuz dolar harcamışım; bunun çoğunluğu da bahşişlere ve wifi bağlantılarına gitti.
Sukta demirciler.
Bunları ilk başta ekmek sandım, ancak peynirmiş. Açıkta, ambalajsız... denemedik bile. Hele en üst raftaki renkli plastikleri gördükten sonra.
Taiz'den ayrılmadan önce iki video yükleyeceğim. Sokak görüntüleri, trafik. Umarım sesi çıkar.
Böylecene Taiz'den ayrılıyoruz. Jiblah ve İbb üzerinden San'a'ya döneceğiz.
Jibla, Yemen'in kuzey batısında yer alan denizden yüksekliği 2200 metre olan bir eski yerleşim. Şehir ve etrafı Unesco Kültürel Mirası listesine alınmış. Ancak, Yemen'deki bütün Unesco'ya dahil edilmiş yerleşimler İstanbul gibi, yeterince korunmadıkları için Dünya Mirası listesinden çıkarılma tehdidi altındalar.
1067 yılında Sulayhi Hanedanlığının kralı Ali Al Sulayhi vefat ettiğinde yerine Arwa Al Sulayhi'nin kocası Ahmed geçer. Ancak ülkeyi yönetmekte başarısız olunca bütün yetkiyi eşi Arwa'ya bırakır. Onun da yaptığı ilk iş, baş kenti San'a'dan Jibla'ya taşımak olur. Ülke tarihinin en ılımlı, en kavgadan uzak elli yılının bu dönemde yaşandığı söylenir. Daha sonra olağanüstü bir camiye döndürülecek olan bir saray inşa ettirir. Mezarı bu caminin içindedir.
Jibla'yı yine bir çocuk ordusu eşliğinde gezmeye çalışıyoruz. Hava çok sıcak.
Binaların en üst katlarında teraslar var.
Çok güzel bir kapı.
Ne diyeyim, ne yazayım....
Eskiden saray olan cami.
Ben caminin içine girmedim. Sokmadılar da t-shirtlüyüm diye.
Bu arada arabaların plakalarından Arapça rakamla birden ona kadar nasıl yazılır diye merak ettim. Her rakam vardı, ama altı'yı bulamadım. Etrafımda beş sürücü, bir grup öğrenci... Bir kağıt kalem alıp rakamla Arapça bildiklerimi yazdım. Altı'ya gelince boş bırakıp ? koydum. Kimseye bunun ne olduğunu anlatamadım. Parmaklarımla altı diyorum, yok... kafaları gerçekten çalışmıyor. Öğrenci var içlerinde bir de... Bu ülke gelişecek de... adam olacaklar da... çok zor. Ama bu arada bizim sürücülerden biri, üşenmemiş, cep telefonuna latin harflerle bir numara yazmış. Beni çağırdı yanına. Numaraları gösterdi. Ne bu dedim... pis pis sırıtıp, cep telefonu numaram, dedi!! Sen hiç bir kadın tarafından tepelenmemişsin, belli.. Kafaları ancak ona çalışıyor. On çocuk yapsınlar, gerim gerim gat çiğnesinler. Memlekete dönünce toprağı öpeceğim!!!
Kendime de sinirlendim. Ne diye öğrenmeye çalışıyorum ki.. kullanacak mıyım ki... Bizim memlekete gelen turistlerin, ben var gitmek, gelmek gibilerinden farkı değil yaptığın Banu.. Sen fotoğraf çek!!
Burasını tavaf ettikten sonra yemek molası verdik. Orada iyice kötü oldum. Balık verdiler. Koca balığı pişirip alüminyum folyoya sarıp masanın üstüne resmen "fırlattılar". İçim dışıma çıktı, nefret ettim ...
Sonrasında da elim hiç fotoğraf makinesine gitmedi. En azından San'a'ya dönene kadar.
Yarın Sokotra Ada'sına gidiyoruz. Orada hiç bir şey yok deniliyor. Bir marketimsi yer bulup tatlı tuzlu bir şeyler alsak iyi olur sanki.
Bu fotoğraf bana ait değil. Google'dan indirdim. Böyle bir t-shirt, şapka da zaten yok. Paylaşmamın sebebi Yemen bayrağını gösterebilmek ve açıklamak.
Kırmızı renk, akıttıkları kanı, beyaz, geleceklerini; siyah da geçmişteki utançlarını ifade ediyormuş.
Pislikten bıktım. Trafik kargaşasından fenalık geldi. Korna sesleri beni zıvanadan çıkarıyor. Tüm ülkede bir sürü bir şey yok, ama trafik lambaları ve çöp konteynerleri hiç hiç yok. Her sürücü münferit trafik lambası. Kendi kuralını kendisi koyuyor.
Erkek egemenliğinden de bıktım. Kadın ne önemliymiş. Farkında değiller mi acaba?
Ancak Taiz'de kaldığımız Al Saeed Hotel gerçekten ülke standartlarının çok üstünde.
Yola çıkmak üzere otelin kapısında toplandığımızda otel bir grup fotoğrafı çekmek için izin istedi. Albümlerine koyacaklarmış. Turist geliyor, korkmayın siz de gelin anlamında. Fotoğrafımızı genç bir komi elindeki cep telefonuyla bir sağdan, bir soldan çekmeye çalışınca gruptan birinden rica ettik ve herkes bir arada fotoğraflandı.
Yukarıdaki fotoğraf Üstün Baharoğlu'na ait. Kendisine paylaştığı için teşekkür ediyorum. Gruptan çok otel çalışanlarının yer aldığı bir fotoğraf olmuş...
Taiz şehri, bir kayalık üzerinde yükselen Al - Qahira Kalesi'nin eteğinde konuşlanmış.
Diğer şehirlerden fazla farkı yok. Çok kalabalık, çok gürültülü, çok pis, çok erkek.
Şehri en tepe noktasından görüp fotoğraf aldıktan sonra merkeze inip sukta dolaşıyoruz.
Ne kadar çok terzi vardı ama.
Kumaşçılar.
En fazla iki yıl sonra çarşafa sokulacak bir kara kaşlım, kara gözlüm. İnsan kahroluyor bunları görünce.
Bu nostaljik bavulları çok sevdik.
Bizde neredeyse hiç kalmayan tartılardan.
Kurutulmuş balık satıyor. Aklımıza bile gelmedi denemek.
Hasırlar güzeldi ama kim taşıyacak?? Ülkeye ilk varışımızda yüz dolar bozdurmuştum. Dönüşte elimdeki riyalleri verip yetmiş dolar geri aldım!!! Toplam otuz dolar harcamışım; bunun çoğunluğu da bahşişlere ve wifi bağlantılarına gitti.
Sukta demirciler.
Bunları ilk başta ekmek sandım, ancak peynirmiş. Açıkta, ambalajsız... denemedik bile. Hele en üst raftaki renkli plastikleri gördükten sonra.
Taiz'den ayrılmadan önce iki video yükleyeceğim. Sokak görüntüleri, trafik. Umarım sesi çıkar.
Böylecene Taiz'den ayrılıyoruz. Jiblah ve İbb üzerinden San'a'ya döneceğiz.
Jibla, Yemen'in kuzey batısında yer alan denizden yüksekliği 2200 metre olan bir eski yerleşim. Şehir ve etrafı Unesco Kültürel Mirası listesine alınmış. Ancak, Yemen'deki bütün Unesco'ya dahil edilmiş yerleşimler İstanbul gibi, yeterince korunmadıkları için Dünya Mirası listesinden çıkarılma tehdidi altındalar.
1067 yılında Sulayhi Hanedanlığının kralı Ali Al Sulayhi vefat ettiğinde yerine Arwa Al Sulayhi'nin kocası Ahmed geçer. Ancak ülkeyi yönetmekte başarısız olunca bütün yetkiyi eşi Arwa'ya bırakır. Onun da yaptığı ilk iş, baş kenti San'a'dan Jibla'ya taşımak olur. Ülke tarihinin en ılımlı, en kavgadan uzak elli yılının bu dönemde yaşandığı söylenir. Daha sonra olağanüstü bir camiye döndürülecek olan bir saray inşa ettirir. Mezarı bu caminin içindedir.
Jibla'yı yine bir çocuk ordusu eşliğinde gezmeye çalışıyoruz. Hava çok sıcak.
Binaların en üst katlarında teraslar var.
Çok güzel bir kapı.
Ne diyeyim, ne yazayım....
Eskiden saray olan cami.
Ben caminin içine girmedim. Sokmadılar da t-shirtlüyüm diye.
Bu arada arabaların plakalarından Arapça rakamla birden ona kadar nasıl yazılır diye merak ettim. Her rakam vardı, ama altı'yı bulamadım. Etrafımda beş sürücü, bir grup öğrenci... Bir kağıt kalem alıp rakamla Arapça bildiklerimi yazdım. Altı'ya gelince boş bırakıp ? koydum. Kimseye bunun ne olduğunu anlatamadım. Parmaklarımla altı diyorum, yok... kafaları gerçekten çalışmıyor. Öğrenci var içlerinde bir de... Bu ülke gelişecek de... adam olacaklar da... çok zor. Ama bu arada bizim sürücülerden biri, üşenmemiş, cep telefonuna latin harflerle bir numara yazmış. Beni çağırdı yanına. Numaraları gösterdi. Ne bu dedim... pis pis sırıtıp, cep telefonu numaram, dedi!! Sen hiç bir kadın tarafından tepelenmemişsin, belli.. Kafaları ancak ona çalışıyor. On çocuk yapsınlar, gerim gerim gat çiğnesinler. Memlekete dönünce toprağı öpeceğim!!!
Kendime de sinirlendim. Ne diye öğrenmeye çalışıyorum ki.. kullanacak mıyım ki... Bizim memlekete gelen turistlerin, ben var gitmek, gelmek gibilerinden farkı değil yaptığın Banu.. Sen fotoğraf çek!!
Burasını tavaf ettikten sonra yemek molası verdik. Orada iyice kötü oldum. Balık verdiler. Koca balığı pişirip alüminyum folyoya sarıp masanın üstüne resmen "fırlattılar". İçim dışıma çıktı, nefret ettim ...
Sonrasında da elim hiç fotoğraf makinesine gitmedi. En azından San'a'ya dönene kadar.
Yarın Sokotra Ada'sına gidiyoruz. Orada hiç bir şey yok deniliyor. Bir marketimsi yer bulup tatlı tuzlu bir şeyler alsak iyi olur sanki.
Bu fotoğraf bana ait değil. Google'dan indirdim. Böyle bir t-shirt, şapka da zaten yok. Paylaşmamın sebebi Yemen bayrağını gösterebilmek ve açıklamak.
Kırmızı renk, akıttıkları kanı, beyaz, geleceklerini; siyah da geçmişteki utançlarını ifade ediyormuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder