İki günlük San'a Taiz yeniden San'a için yollardayız . Tek gidiş 256 kilometre. Aslında bir günde alınabilinir; ama yolda gezeceğimiz, göreceğimiz yerler var. 4x4 arazi araçları hazır. Ancak koruma beklerken vermediler. Kontrol noktalarında gerekirse bize katılacaklarmış (neyse ki gerek kalmadı; yolu güvenli bir biçimde katettik).
Arabalara bir türlü bölüşülemedik. Sürücülerin "gat" çiğnemesi bizi korkuttu. O virajlı yolları kafası bulanık kişilerin sürdüğü araçlarda almak gerçekten de mantıklı değil.
Adamlar fakir makir ama çok da gururlular. Bir tanesi daha yola çıkmadan, ben gelmiyorum deyip çekip gitti. Niye otobüslerle gidemiyoruz diye sorduk.. Onlar zaten otobüs değil; yollar dik ve yokuş olduğundan hızlı gidemiyorlar; sadece bavullar taşınacak. Peki.. Ama bir sürücü bağımsızlığını ilan edince, mecburen dört kişi, yeni araç gelene kadar o otobüsle gitmek zorunda kaldı.
Çinliler tarafından inşa edilerek başkenti Kızıl Deniz'e bağlayan yoldayız.
Yol inşaatı sırasında hayatlarını kaybedenler adına yapılmış "şehitliği" ziyaret ediyoruz ilk olarak.
(Bizim şehitliği de gezdik!! O Sana'a şehrinin tam göbeğinde... Fotoğrafı daha sonra paylaşacağım).
Yollar, yollar... tozlu topraklı, virajlı yollar.
Şehirde deli gibi araba kullanan sürücülerimiz, bu yollarda gayet aklı başında şöförlere dönüştü. Bir lider araba bellediler; o araba hiç sollanmadı. Kendi aralarında geçişler oldu, ama herkes o yazılı olmayan kurala uydu. Yeter ki bir şehrin, köyün içine girmesinler.....
Yüklediğim videoda ses çıkmıyor.... O zaman hiç bir anlamı yok ki...
İki saat kadar yukarıdaki yolda ilerleyerek önce Manakha, sonra da İsmailiye mezhebi mensuplarının kalesi ve haç yeri olan Al Hoteyb'e vardık.
Vardığımız her yerleşim biriminde, daha adım atar atmaz bir çocuk ordusu tarafından karşılandık. Amaçları, seni kendi hediye vs satan dükkanlarına çekmek. Bunu başarana kadar da dibinden ayrılmıyorlar. Sürekli bir vızıltı, çekiştirme.. Göz göze gelmemek çok zor. Birinden kaçırsan, diğerine yakalanıyorsun.
Bir taraftan çantanı kollayacaksın, bir taraftan eğri büğrü yollarda yürümeye çalışacaksın, bir taraftan da fotoğraf çekeceksin.
Bu uğultuya kısa bir süre sonra büyük abiler de katılınca olayın şekli de değişiyor. Hayır, bir kötülük yapmıyorlar; ancak çocuklara karşı tavır daha net olabiliyor!!
Sonunda rehberimizin de bu abilerden birine açık net bir İngilizce ile, yalnız kalmak istiyoruz biraz, söylemi üzerine hepimiz etrafımızdakilere aynı cümleyi kurmak zorunda kaldık. Ama gitmiyorlar, o ayrı konu....
Sanıyorum bu itişme, kakışma yüzünden buralarda fazla fotoğraf çekmemişim. Üstüne üstlük bir de sıcak ki anlatılmaz. Şort da giyemiyorsun ki memlekette....
Öğleni de etmişiz zaten. Tekrardan Manakha'ya dönüp han anlamına gelen bir "funduk"ta yemek yedik.
Neyse buraya ayakkabılarla sokmadılar. Tam bir yer sofrasıydı yemek yediğimiz yer.
Ne zormuş yerde oturmak!!!
Güya yediklerimizi not etmiştim bir kenara. Hepsi karışmış... Belki gruptan okuyup da hatırlayan çıkar diye umuyorum.
Bunu hatırlıyorum. Börek diye atlamıştık üstüne, ancak ballı ekmek çıktı!! Ben sevmedim açıkcası. Ekmek kadayıfı desem değil.... acaip bir şeydi.
Bu fundukta bira sattılar!!!! 500 riyal. 1 riyal = 214.5 Dolar.
"Dışarıda ve içeride" satılan tek içki/bira buradaydı. Kanunen satılması yasak değilmiş. Ama içilmiyor. Mahalle baskısı.
Yemekten sonra bir de dans gösterisi yapıldı. İzlemedim; insan gözü her yerde kadın arıyor....
Ben aşağıda gösterinin bitmesini beklerken, bir şeyler satmaya çalışan çarşaflara bürünmüş en fazla on yaşında kızların hücumuna uğradım.Özellikle bir tanesi inanılmaz İngilizce konuşuyordu. Nereden öğrendin diye sordum. Turistlerden, dedi. İlk ve hep sorduğu soru şuydu: Memleketine döndüğünde Yemen gidilebilinir ülke diyecek misin??? Güvenli diyecek misin?? Evet dedim; ancak o zaman sorularından vaz geçti ve yanımdan ayrıldı. Şukran demeyi ihmal etmeden.
Yola devam ediyoruz.
Toprak bir yoldan geçerek, XII. yüzyılda Sulayid sülalesinin barındığı, sivri bir kayalığın üstünde konuşlanmış, alınması neredeyse imkansız Hajjara kale köyüne varıyoruz. Benim benlikten çıktığım ilk yer burası oldu işte.
Arşı arşı memlekete kız vermesinler.... Anasının bir tanesini hor görmesinler...
Bu çocuk beni çok mutlu etti. Bir tanıdığa rast gelmiş gibi hissettim kendimi. İki gün sonra böyle bir "kafayı" bu haliyle bir kasabın tezgahının üstünde gördüğümde ne hallere geldiğimi siz düşünün.....
Kimi binaların üstündeki bu işaretleri "kötü ruhları" kovmak için yapmışlar.
Çocuğu sıska olan bir ülkede eşeklerin tombul olması beklenemez herhalde.....
Osmanlı ordusu askerlerinin yürüdükleri yollardayız. Biz arabalıyız... Yolları bugünün şartlarıyla gördük. O zamanı hayal bile edemedik.
Bizim on çocuk babası aslanı anmadan geçemeyeceğim; yol boyunca hiç gat çiğnemedi.
Bu tüylere bayılıyorlar... Allah'ın sıcağında arabanın her tarafını kaplamışlar.
Bir tane de kendi fotoğrafımı paylaşayım. Çeken Üstün Bey'e buradan sevgiler ve teşekkürler.
Gezi daha devam edecek.....
Arabalara bir türlü bölüşülemedik. Sürücülerin "gat" çiğnemesi bizi korkuttu. O virajlı yolları kafası bulanık kişilerin sürdüğü araçlarda almak gerçekten de mantıklı değil.
Adamlar fakir makir ama çok da gururlular. Bir tanesi daha yola çıkmadan, ben gelmiyorum deyip çekip gitti. Niye otobüslerle gidemiyoruz diye sorduk.. Onlar zaten otobüs değil; yollar dik ve yokuş olduğundan hızlı gidemiyorlar; sadece bavullar taşınacak. Peki.. Ama bir sürücü bağımsızlığını ilan edince, mecburen dört kişi, yeni araç gelene kadar o otobüsle gitmek zorunda kaldı.
Çinliler tarafından inşa edilerek başkenti Kızıl Deniz'e bağlayan yoldayız.
Yol inşaatı sırasında hayatlarını kaybedenler adına yapılmış "şehitliği" ziyaret ediyoruz ilk olarak.
(Bizim şehitliği de gezdik!! O Sana'a şehrinin tam göbeğinde... Fotoğrafı daha sonra paylaşacağım).
Yollar, yollar... tozlu topraklı, virajlı yollar.
Şehirde deli gibi araba kullanan sürücülerimiz, bu yollarda gayet aklı başında şöförlere dönüştü. Bir lider araba bellediler; o araba hiç sollanmadı. Kendi aralarında geçişler oldu, ama herkes o yazılı olmayan kurala uydu. Yeter ki bir şehrin, köyün içine girmesinler.....
Yüklediğim videoda ses çıkmıyor.... O zaman hiç bir anlamı yok ki...
İki saat kadar yukarıdaki yolda ilerleyerek önce Manakha, sonra da İsmailiye mezhebi mensuplarının kalesi ve haç yeri olan Al Hoteyb'e vardık.
Vardığımız her yerleşim biriminde, daha adım atar atmaz bir çocuk ordusu tarafından karşılandık. Amaçları, seni kendi hediye vs satan dükkanlarına çekmek. Bunu başarana kadar da dibinden ayrılmıyorlar. Sürekli bir vızıltı, çekiştirme.. Göz göze gelmemek çok zor. Birinden kaçırsan, diğerine yakalanıyorsun.
Bir taraftan çantanı kollayacaksın, bir taraftan eğri büğrü yollarda yürümeye çalışacaksın, bir taraftan da fotoğraf çekeceksin.
Bu uğultuya kısa bir süre sonra büyük abiler de katılınca olayın şekli de değişiyor. Hayır, bir kötülük yapmıyorlar; ancak çocuklara karşı tavır daha net olabiliyor!!
Sonunda rehberimizin de bu abilerden birine açık net bir İngilizce ile, yalnız kalmak istiyoruz biraz, söylemi üzerine hepimiz etrafımızdakilere aynı cümleyi kurmak zorunda kaldık. Ama gitmiyorlar, o ayrı konu....
Sanıyorum bu itişme, kakışma yüzünden buralarda fazla fotoğraf çekmemişim. Üstüne üstlük bir de sıcak ki anlatılmaz. Şort da giyemiyorsun ki memlekette....
Öğleni de etmişiz zaten. Tekrardan Manakha'ya dönüp han anlamına gelen bir "funduk"ta yemek yedik.
Neyse buraya ayakkabılarla sokmadılar. Tam bir yer sofrasıydı yemek yediğimiz yer.
Ne zormuş yerde oturmak!!!
Güya yediklerimizi not etmiştim bir kenara. Hepsi karışmış... Belki gruptan okuyup da hatırlayan çıkar diye umuyorum.
Bunu hatırlıyorum. Börek diye atlamıştık üstüne, ancak ballı ekmek çıktı!! Ben sevmedim açıkcası. Ekmek kadayıfı desem değil.... acaip bir şeydi.
Bu fundukta bira sattılar!!!! 500 riyal. 1 riyal = 214.5 Dolar.
"Dışarıda ve içeride" satılan tek içki/bira buradaydı. Kanunen satılması yasak değilmiş. Ama içilmiyor. Mahalle baskısı.
Yemekten sonra bir de dans gösterisi yapıldı. İzlemedim; insan gözü her yerde kadın arıyor....
Ben aşağıda gösterinin bitmesini beklerken, bir şeyler satmaya çalışan çarşaflara bürünmüş en fazla on yaşında kızların hücumuna uğradım.Özellikle bir tanesi inanılmaz İngilizce konuşuyordu. Nereden öğrendin diye sordum. Turistlerden, dedi. İlk ve hep sorduğu soru şuydu: Memleketine döndüğünde Yemen gidilebilinir ülke diyecek misin??? Güvenli diyecek misin?? Evet dedim; ancak o zaman sorularından vaz geçti ve yanımdan ayrıldı. Şukran demeyi ihmal etmeden.
Yola devam ediyoruz.
Toprak bir yoldan geçerek, XII. yüzyılda Sulayid sülalesinin barındığı, sivri bir kayalığın üstünde konuşlanmış, alınması neredeyse imkansız Hajjara kale köyüne varıyoruz. Benim benlikten çıktığım ilk yer burası oldu işte.
Arşı arşı memlekete kız vermesinler.... Anasının bir tanesini hor görmesinler...
Bu çocuk beni çok mutlu etti. Bir tanıdığa rast gelmiş gibi hissettim kendimi. İki gün sonra böyle bir "kafayı" bu haliyle bir kasabın tezgahının üstünde gördüğümde ne hallere geldiğimi siz düşünün.....
Kimi binaların üstündeki bu işaretleri "kötü ruhları" kovmak için yapmışlar.
Çocuğu sıska olan bir ülkede eşeklerin tombul olması beklenemez herhalde.....
Osmanlı ordusu askerlerinin yürüdükleri yollardayız. Biz arabalıyız... Yolları bugünün şartlarıyla gördük. O zamanı hayal bile edemedik.
Bizim on çocuk babası aslanı anmadan geçemeyeceğim; yol boyunca hiç gat çiğnemedi.
Bu tüylere bayılıyorlar... Allah'ın sıcağında arabanın her tarafını kaplamışlar.
Bir tane de kendi fotoğrafımı paylaşayım. Çeken Üstün Bey'e buradan sevgiler ve teşekkürler.
Gezi daha devam edecek.....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder