Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

18 Mart 2014 Salı

Sokotra Adası; VI

Çok erken bir saatte Felix Hava Yolları ile San'a'dan Sokotra Ada'sına uçmak üzere hava alanındayız. Uçuş Mukalla aktarmalı ve iki buçuk saat sürüyor.

Uçakta koltuklar numarasız. Başı örtülü, ancak yüzünde peçe olmayan bir hostesimiz var. San'a Mukalla arasında meyve suyuyla kek ikram ettiler; Mukalla Sokotra arasında meyve suyuyla kek ikram edildi. Bu ikinci ikramdan ilk ikrama sahip olanlar da yararlandı. Ayrım yapmadan dağıttılar kumanyaları.

San'a'dan ayrılırken uçağa koli koli meyve yüklendiğini gördük. Acaba bizim için mi bunlar? Özellikle meyvenin bulunmadığı söylenmişti bizlere. Bol bol tüketildiğinden gerçekten de otele yollanmış olabilir.

Yanıma tıknaz, kravatı boynunu fena halde sıkmış, alı al, moru mor bir adamcağız oturdu. Sabah-ül hayr dedi; ben de öğrendiğim üzre, sabah-ül nur dedim. Arkasından şöyle bir soru geldi: sprechen sie deutsch?? Almanca konuşuyor musunuz?? Ama bu bir kabus. Benim alnımda, bu kadın Almanca konuşmaktan nefret eder, diye yazsa, ancak bu kadarı denk gelebilir. Evet, yanıtım karşısında da adam baygınlıklar geçirecekti.. O zaman niye sordu, değil mi? Meğer rehbermiş. Bir İspanyol gruba rehberlik yapacakmış. Yanlış yazmadım!!! İspanyol gruba Almanca konuşan bir rehber tahsis edilmiş. Hoş, grup Alman olsaymış da fark etmeyecekmiş, ben bile adamın konuşamadığını anladım.

Ne güzel çölü seyredecektim tepeden. Ama adamla muhabbet etmemek için, gözlerimi kapayıp uyuyormuş havasına girmek zorunda kaldım.

Mukalla'dan İspanyol grubu alıp Sokotra'ya doğru uçuşa geçtik.

Benim burada ne işim var acaba? Grup adaya, ben de memlekete uçuyor olmalıydım. Bunu neden daha önceden düşünmedim ki? Banu homurdanıp durma. Madem ki buradasın, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışsan.. Senden çok sıkıldım, bunu bilesin.

Ha ha ha... eğlenmeye karar verdim!!!

120 kilometre uzunluğunda, 40 kilometre genişliğindeki Sokotra Adası'nın altı milyon yıl önce Afrika'dan ayrıldığı düşünülmekte. Bunun sonucu olarak da, adada pek çok endemik bitki ve hayvan türü barınmakta. Kendine özgü dili ve kültürü var. Ama hâlâ elektrik ve su yok. Çocukluğumda pek sık gittiğimiz Marmara Adası'nın o günkü halinden bin beter (söyleniyorum).

Neyse, ülkenin tek duble yolu olma özelliğini taşıyan hava alanının pistine değdi tekerler. Uçak hortuma yanaşacak olsaydı şaşkınlıktan küçük dilimi yutardım. Memlekette otoyolları geçmeye çalışan yayalar gibi biz de pisti aşıp kendimizi bir hangara attık. Vallahi bavullar da indi.

Ay ama çok sıcak. Şort giyemezsin, sakın taşıma yanında diyenleri şöyle bir öptüm... Şort giymeyeceksem, parmak arası da almayayım diye düşündüğümden, o kızgın kumları ayağımdaki komando botlarıyla yürümek zorunda kaldım. Şiştim sıcaktan, baygınlıklar geçirdim.

ha ha ha.... çok eğleniyorum.

Bizi yine 4x4 araçlar karşıladı. Sürücüler, ana karaya göre çok daha modern ve İngilizce konuşan gençler. Arabalara aynı gruplarla bölüşüp başkent Hadibo'ya (şehre uzun bir süre, Hodibo dedim; yeni alıştı dilim doğrusuna) doğru yollara düştük. İşte deniz... Mavi bir su. Öyle akıp duruyor.

Başkent Hadibo'ya gelmişiz, otelin önünde durmuşuz, millet aslında otel olan yerden su takviyesi yapılacağını sandığından hiç kıpraşmıyor yerinden... Durum aynıyla vaki - biraz abartı var tabii ki!!


Otelimiz, 3 yıldızlı Summerland. Bölgenin en iyi oteli olduğu kesin.


Otelin "terasından" görünen manzara. Karşıda önünde minibüslerin durduğu binanın minicik bir "hücresi" PTT. Oralarda bir yerde de, otelin jeneratörü vardı. Bütün gün çalışıp durdu.


Resepsiyon.... Oda anahtarını bıraktığın takdirde odanın temizlendiğini ancak ayrılırken anlayabildim...

Sevgili Mine'ye kartpostal alıp yollayacağım ya; bütün Yemen'de bulamadım ya.. aklım hayalim almadı. A, burada "camlı ve kilitli" bir "şeyin" içinde kartpostallar var.. Üstlerine de fiyatları yazılı. Hemen hem ahçı, hem temizlikçi hem wifi şifresi düzenleyici, hem de resepsiyonda çalışan zat'ı bulup kartpostal istiyorum dedim. Satılık değil, dedi. Ama neden?? Talep olursa satacaklarmış... İşte ben talepkarım.. Ahan da ene!! Satmadı. Anladığını sanmıyorum.

Hiç bir cep telefonu çekmiyor. Ama tam da bu alanın dahilinde wifi var!!!! Sokak - otelin kapısını aç, kesiliyor.

Kimi odalarda duş çalışmamış. Söylediğinde, hemen gelip komple duşu değiştirmişler...

Amma velakin, en güzel yemekleri de burada yedik. Şimdi yiğidi öldür, hakkını yeme. İnsanlar dört döndüler etrafımızda. Gidip gelip mutfak dolabından su, cola aldık. Durma kahve, çay içtik. Bir riyal ekstra istemediler. Müessesenin ikramı dediler.

Adaya gelecek olursam....

1) Ben hiç deniz aşığı değilimdir. Kokusunu severim, özlerim. Ama yüzeyim, saatlerce sudan çıkmayayım insanı değilim. Tam kara kış tipiyim. Kar, soğuk severim. İstanbul'da bu yıl doğru dürüst kış yaşayamadığım için zaten için için bozulurken, Şubat ayında denize girmeyi kendime hiç yakıştıramazdım.

Ada, ismi üzerinde.. Dört tarafı suyla çevrili kara parçası... İşte böyle bir yerde yüzebileceğin bir yere gitmek için 30 kilometre gidip aynı kilometreyi dönmeyi anlamıyorum.

Zaten ne güneşleneceksin, nerede güneşleneceksin ki? Ne bir tesis var, ne su alacak bir mekan. Tuvalet yok.

Ama sahilleri anlatmaya kelimeler yetmez. Denize girenler, dibe bakanlar anlata anlata bitiremediler.

Çok dırdır ettim. Biraz fotoğraf molası.





Bembeyaz kumsallar, kırmızı kayalar, mavinin bin hali....

Su içilecek yer yok demişim. Peki bizler nerede yedik, içtik....



İşte buralarda yedik.

Mecburiyetten ilginç bir sistem geliştirmişler. Günlük program bilindiğinden sabah motorize bir "mutfak birliği" bizden önce yemek yenilecek yere gidip hazırlıklara başlıyor. Araçta masadan iskemleye, tencere, tava, tabak, çanak, çatal, kaşık, bardak, termosta çay... ne gerekiyorsa hepsi var. Gidilen yerde hemen ateş yakıp balık da kızarttılar, makarna, pilav da pişirdiler. Hepsi orada, o anda hazırlandı. Bulaşıklar da orada yıkandı. Biz kalktıktan sonra veya duruma göre kimi zaman biraz daha önce nevaleleri toplayıp geri döndüler.

Bir gün, çok uzak bir ihtimal ama, bir gün ülke yeniden turizme açılırsa, bu motorize ekipler nasıl organize olurlar, düşünmek bile istemiyorum.



Daha iyi anlatamam herhalde.


Bu çocuklar da hem sürücü, hem komi, hem bulaşıkçı. Ara sıra da, işleri bittikten sonra el ele tutuşup tencere ve tava eşliğinde lelelele çekerek dans ediyorlar.



Üç kadın danslarına dahil olarak bir ezber daha bozduk.Görüldüğü gibi bizim kızlar şortlu, adalı erkekler "etekli", bendeniz pantolon ve komando botlu!!!  Fotoğraf Fikret Atalay tarafından çekilmiştir.



Akbabalarla bu kadar haşır neşir olabileceğim, onları besleyebileceğim aklıma gelmezdi.




Yanılmıyorsam, "kiraz kuşları". Uçtuklarında kanatlarının altı kırmızı kırmızı... Elimizden yiyecek alacak kadar sokuldular yanımıza. Açlık neler yaptırıyor canlılara.


Keçiler artık kucağımızdaydı.



Vatoz yuvaları.


Sahilde, oldukça büyük bir yılanın "gömleği.

Adanın en renkli yeri Qalansiya'ydı.




Bu teknelere binip bir saatten fazla o inanılmaz renkleri, kuşları, kayaları ve iki kere kendilerini gösteren yunusları görerek Detwah Lagünü'ne gittik.

Fotoğraflar.



Beş tekneye bölünmüş Koptur grubu.




Mavinin onlarca tonu.



Kayalar mı bu renkti, yoksa denizin yansıması mıydı, çıkaramadım.


Kayadan sallanan yeşillik bir kuş yuvasıydı. O kuşlar harikaydı. Ama fotoğraflayamadım bir türlü. Fazla büyük olmayan, açık renkli bir türdü. Ancak uçtuklarında gördük ki, karın bölgeleri tamamen turkuaz rengindeydi. Tekneleri kullanan kaptanlar işi öğrenmişler; bir kaya parçasının üstünde bir grup kuş gördüklerinde, tekneyi hızla o tarafa çevirip hayvanların uçmalarını sağladılar. O görüntü çok hoştu.

Ve evet, yunus ta görür gibi olduk. O kadar çabuk gelip geçtiler ki, yine fotoğraf çekemedim.


Kaya oluşumları.

O kadar dingin bir suyun bir kaç saat sonra nasıl değiştiğini yaşamak ilginç ve ürkütücü. Denizden özür dilenmez.


Havada tık yok da, deniz ben kabarıyorum demeye başlamış ufaktan ufaktan. Sonrasında böyle oturabilmek ne mümkün... Görüntüdeki pantolon benimle çok yer gezdi. Ama en son buralarda bir yerlerde - herhalde kayıklara binip inerken sırılsıklam olduğundan, otelde bırakılmıştır. Kendisine beni bu kadar taşıdığı için teşekkürü bir borç bilirim.....

Herkes denize girdi, şnorkellerle dibe baktı; memnuniyet naraları atıldı; suyun güzelliği, denizin dibi anlata anlata bitirilemedi. Sadece iki kişi, biri bendeniz, çardakların altında, üstümde pantolon, t-shirt, komando botlarıyla oturdum.

ha ha ha... çok eğleniyorum.

Dearhu Kanyonu'nda yürüyüş, adanın ağaçlarını yakından görmek açısından başlı başına bir deneyim oldu. Ancak daha sabahın on'u olmadan tepemizde kaynayan güneşin altında hiç gölgesi olmayan, kendini yol sanan irili ufaklı taşlarla kaplanmış bir yerde yokuş aşağı iki saate yakın yürümek çok neşeli değildi açıkçası.

Neyse ki, yolda "kalanları", yorulanları toplamak üzere son araç yukarıda bizi bıraktıkları yerde bekletilmiş. Yürüyüşe başladıktan bir buçuk saat kadar sonra aşağı inerken insanları topladı. Vallahi yürüyerek indim. Son araç ben indikten sonra geldi!!!






Büyüleyici "Ejderha Kanı" ağaçları. Sadece bu adada yetişiyorlar. Kan, reçinelerinin renginden dolayı verilmiş. Kadınlar yüzlerine allık olarak sürüyorlarmış. Bölge çocuklarının torbalar içinde olmazsa olmaz sattıkları tek şey.



Böyle bir kütük görüntünün çiçekleri.


Ancak benim tercihim, dağlık arazide yetişen bu "şişe ağaçları" veya "çöl gülü ağaçları" oldu. Çok komik ağaçlar. Çok da güzeller.




Yürüdüğümüz vadiden manzaralar.

Aşağıya indiğimizde herkes yorulmuştu. Sağ olsunlar, motorize ekip hemen çaylarımızı getirdi. Bir grup da biraz daha aşağıda bulunduğu söylenen lagüne yüzmeye gitti. İşte orada bir bayan arkadaş ayağının kayması sonucu düşüp sağ el bileğini kırmış. Hemen arabalardan biriyle hastahaneye gönderildi. Lagünde fotoğraf çekmek isteyen kimi erkek gezginler, adalı kadınların da elbiseleriyle yüzdüklerini görünce fotoğraf çekmek adına çok heyecan yapmışlar. Ancak bu kadınların glugluglu tepkileri üstüne derhal geri dönmek zorunda kaldılar. Gruptan bayanlar daha çok fotoğraf çekmiş. Güneşlenirken, göbek altı yöntemi oldukça işe yaramış :) Yanlış anlaşılmasın, göbek altını "kilolu" bağlamında yazmadım. Daha belli etmeden çekmek anlamındadır.

Güzel bir yemekten sonra başka bir plajda yeniden denize girmek üzere tekrardan arabalarla yollara düştük.
Gittiğimiz koy (ben plaj diyorum, el alışkanlığı, ağız alışkanlığı, plaj falan değil aslında... hadi, doğal plaj diyeyim, kelimeyi bulamadım) bembeyaz kumlarıyla nefes kesen bir yer.

Bizim aracın genç sürücüsü, altındaki arabaya mı güvendi bilmiyorum, bir hız girdi, böyle bir döndürdü arabayı ve durdu. Biz de indik. Ancak hava çok rüzgarlı olduğundan denize girmekten vaz geçildi ve geri dönüp mağara gezmeye karar verildi. Tekrardan arabalara doluştuk. Herkes hareket etti. Bizimki sürekli patinajda... Hadi yine indik; arabayı önce bir ittiler; sonra başka bir sürücü arazi vitesine geçirip hareket ettirebildi.


Kumsal.


Bizim araba o kumsalda arka tekerini bırakmak istemiyor.


Kurtulma çabaları....

İşte o anda bana geldiler. Fena halde eşşek saatimin geldiğini hissettim. Ben artık mağaraya falan gitmek istemiyorum. Bu kadar. Hayır değil, zira araçta yalnız değilim!! Çok sevdiğim, bütün Yemen'i aynı araçta gezdiğimiz Ülkü Hanım ve Çetin Bey'e dönüp, sordum. Siz devam etmek istiyor musunuz? Onlar da sanki bu soruyu bekliyorlarmış. Sonuç: Biz gelmiyoruz, otele dönüyoruz. Uluslararası çapkın yerel rehber Viktor'da durumu anlayınca bize dahil oldu. Ohhhh....

Sen misin Ohhhh diyen.... Yola çıktıktan en fazla on beş dakika sonra bizim araç, çekirge gibi bir sıçradı, iki sıçradı ve yolun ortasında kaldı!!! Ama hay bin kunduz yani.... Ne oldu şimdi.... Sürücü dağıldı... O İngilizce konuşan çocuğun dili kilitlendi... Ağzından tek kelime çıkamıyor. Arabanın altına yatıldı. Anlamıyor ki... Bizim Viktor, akbaba gibi yolun kenarına çöktü. Hadi otostop yapalım dedim. Sokotra Adası'nda... Rağbet görmedi. Oğlum, ara şirketi, yeni araç göndersinler. Galli gulli diyor. Bitti oğlan. Birilerini aradı, konuştu. Bu arada her gelip geçen araba durup, hal hatır soruyor - abarttım...


O esnada çekebildiğim sevgili arabadaşlarım :)

ha ha ha bir eğleniyorum ki!!!

Bir müddet sonra dökülen bir Suzuki jip geldi. Bizim oğlanın babasıymış:)) O arabaya doluştuk.

Otele vardığımızda kendimi resmen odama kitledim!!! YETER, AMA YETER YANİ.

Bavulumu topladım. Ertesi gün önce San'a ve arkasından da memlekete döneceğiz.


Adadan ayrılmadan Rahim'e teşekkür pozu. Hayatında ilk kez bir kadının koluna girmiş. Zaten ne yapacağını bir türlü bilemedi. Sanki, kayınvalidesinin zoruyla nikah masasına götürülüyor!!!
Arabanın neden zıplayıp durduğunu da öğrendim bu arada. Kumdan kurtulmak için arazi konumuna aldıkları vitesi, düz yola çıktığımızda normale almayı unutmuş!!
İstanbul'a dönüyorum diye postallar ayağımdan atılmış çok şükür!!



Sokotra hava alanında uçağı beklerken.

Uçuş yine Mukalla üzerinden oldu. Pilot da aynı kişiydi. Değişik olsa ne fark edecekti, bilemedim şimdi. Niye yazma gereği hissettim acaba??

ha ha ha çok eğleniyorum!!!

San'a' üç günde değişmemiş tabii ki. Şehire pis bir koku hakim. Sanıyorum çöplerden, naylon torbalardan yayılan bir şey.

Gece yarısına kadar kalacağımız iki aşama kontrollü otelimize geldik. Gruptaki bayanların büyük çoğunluğu Yemen Kapısı'nın oraya alış veriş yapmaya gitti. Beni odam paklar valla. Hiç o hengameyi çekemeyeceğim.

Akşam yemeğini yedikten sonra Atalay çiftine ve rehberimiz Ayşe'ye teşekkürlerimizi sunduk.

Saat on ikiye doğru da otelden ayrılıp hava limanına vardık. Normalin üstünde bir kontrolle karşılaştık. Meğerse o gün, bir bomba ihbarı yapılmış. Her yer didik didikti. İç ve dış hat salonlarının aynı olduğunu fark ettim.

Güzelim THY vaktinde geldi. Güzelim hosteslerimiz, yakışıklı hostlarımız, hoş bulduk, hoş bulduk vallahi :) Ancak uçak önce Aden'e gidip oradan İstanbul'a devam edecekmiş. Eh olabilir. Bindim ya... Dönüyorum ya.

(1 ay önce Sao Paolo'dan İstanbul'a uçarken, THY'deki hostlardan biri Yemen uçağındaydı. Kendisine de söyledim. Hafızanıza hayranım, dedi. O anımsamanın hafıza olmadığını söylemedim!!  07.10.2014 tarihinde eklendi)

Yazacağım bir, iki şehir daha kaldı. Ama önce dönüşümü yazmak zorundaydım....













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder