Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

24 Ekim 2013 Perşembe

Strasbourg

Alsace bölgesinin başkenti olan Strasbourg Fransa'nın nüfus yoğunluğu bakımından yedinci kenti. Bin dokuz yüz seksen sekiz yılında Unesco tarafından Dünya Mirasları Listesine dahil edilmiş. Başkent olmadığı halde uluslararası kurumlara ev sahipliği yapan Cenevre ve New York'tan sonra gelen üç şehirden biri olma özelliğine sahip.

Bir sınır kenti olduğundan dolayı, diğer Fransız şehirlerine benzemeyip, Fransız ve Alman kültürünün etkilerini yoğun olarak yansıtıyor.

Strasbourg, Roma imparatoru Augustus tarafndan kurulmuş. Bölgedeki diğer yerleşim birimlerinde olduğu gibi, burası da sürekli olarak Fransız ve Almanlar tarafından işgal edilmiş; Birinci Dünya Savaşı'nın ardından tamamen Fransa'ya dahil olmuş.

Tarihi boyunca bir çok önemli olaya tanıklık etmiş. Fransa milli marşı Le Marseillaise burada bestelenmiş, Gutenberg matbaayı burada icat etmiş, ünlü Alman yazar Goethe'de hayatının bir kısmını burada geçirmiş ve öğrencilik yapmış.



İngiliz Katedrali.


Şehre yüzüncü yaş hediyesi... Modern bir çeşme.


St.Pierre Le Jeune Protestan Kilisesi sanat tarihi ve mimari açıdan şehrin en önemli kiliselerinden birisi. Adını, "Genç Aziz Petrus'dan" almış. Şehirde üç Aziz Petrus Kilisesi var. Bunlar Katolik ve Protestan Kilisesi olarak ayrılmış. Biz içerisini kapalı olduğundan göremedik.


Notre Dame Katedrali. Benim makinemin kadrajına ancak bu kadarı sığabildi... En az Paris'deki Notre Dame kadar ilgi çeken bir başka başyapıt.




Giriş kapısının hemen üstünde yer alan bu bölüm, genel olarak dini temalar vitray aracılığıyla işlenirken , burada başakların betimlenmesi açısından önem kazanmış.

Katedralin içinde Prag meydanındaki saatin çok daha büyüğü ve kapsamlısı yer alıyor. Çok karanlık çıktığından fotoğrafı paylaşmıyorum.


Katedral meydanı.


Bir bakanlık binasının çatı pencereleri.


Kapı detayı.


Bu sefer de nehir kenarındaki bir bankta kitap okumanın dayanılmaz hafifliği. Bu adamı şapkasıyla, çantasıyla, kitabıyla çok sevdim.


Kanallarda dolaşan turist tekneleri.





Petit France diye adlandırılan semt, Grande Ile bölgesinde bulunuyor. Ortaçağda tabakhane ve mezbahane olarak kullanılmış bir çok yarı ahşap , barok kumtaşı binalar ile çevrili. Unesco Dünya Mirasları Listesinde olan bir yer.


Sadeliğin adı ve şıklığı.



Bütün seçkin butiklerin bulundu trafiğe kapalı sokaklar Notre Dame katedralinin etrafında sıralanmış.



Burası bir başka bisiklet cenneti. Her yaş grubundan insan pedal çeviriyor. Kendilerine ait yolları, trafik ışıkları var.

Bir de hızlı tramvaylar.. Tipik Banu olarak, kendimi kaybetmiş bir şekilde tramvay yolunun üstünde yürüdüğümü, vatmanın sürekli çalan zili, bisikletlilerin ikazı, o an orada bulunan halkın paniği üzerine anladığımda utancımdan kıpkırmızı oldum. Kendimi sağ tarafa attığımda bir bisikletli ile neredeyse çarpışıyordum.. Bir an için etrafı alt üst ettim yani!! Yapabilirim, olabilir.


Deli, deliyi çekermiş!!! Balkonundaki çiçekleri fotoğraflayan bir adam. Aynı şeyi ben de balkonumda yaptığımdan hemen deklanşöre bastım. Bu fotoğraf aynı zamanda gözlerimin etrafı nasıl taradığının, başımın nasıl da hep binaların üst katlarına çevrili olduğunun bir başka kanıtı. Yerde ayağa takılıp düşeceğin bir mani olmadığından rahat rahat başım yukarıda dolaşabildim.

Gezimiz bitti. Tekrardan Basel'e dönüyoruz.

Ama yolumuzun üstünde, bir mandıra gezip, peynircilik hakkında bilgi alıp tadım yapacağız.




Munster köyü.

Mandıranın otuz beş tane ineği var. Yaz aylarında hayvanların boyunlarına büyük çanlar bağlayarak, koruma altına alınmış doğaya salıyorlarmış. Günün belirli saatlerinde de, MOBİL SÜTSAĞAR araçlarla gidip hayvanları sağıp, peynir üretimine devam ederlermiş.

Kısa sürede tüketilmesi gereken bir kiloluk yumuşak peynirin yapımı için on kilo süte ihtiyaç duyulurken, uzun süre bekleyebilen, bizdeki kaşar peyniri ayarındaki yirmi beş kiloluk peynir yapımı için yüz kilo süt gerekiyormuş.

Her iki çeşit peynirin yapılma usulleri ve dinlendirilme süreleri farklı. Küçük olanlar özel kaplarda sularından arındırılırken, büyük peynirler tülbentlerde kurutulmaya bırakılıyormuş.

Kış geldiğinde hayvanlar ağıllara alınıp, birbirlerini yaralamasınlar diye boynuzları kesilip, önceden hazırlanmış ve kurutulmuş samanlarla beslenmeye başlıyormuş.



Basel'e yaklaşırken, yakınlarından geçtiğimiz St. Louis yerleşkesi hakkında rehberimiz Fransa - Osmanlı bağlantılarından bir tanesini daha anlattı. Elçiye zeval olmaz diyerekten aktarıyorum:

"İspanyol Veraset savaşında ünlenen St.Louis'li topçu general Bonneval Kontu, çok iyi bir asker olmasının dışında aldığı cesur kararları ile de göze batan bir kişilikmiş. Önceleri gözde komutan iken, dik başlılığı, laf dinlemezliği yüzünden XIV. Louis ile arası açılınca Avusturya'ya kaçmış. Orada kralın himayesine girip, Prens Eugen'in ordusunda Fransa ve Osmanlı'ya karşı savaşmış. 
Aynı sebeplerle Avusturya prensiyle de arası açılınca Osmanlı'ya sığınmış ve Bonneval Ahmed adını almış. Sadrazam Topal Ahmet Paşa tarafından Humbaracı Ocağı'nı düzene sokmakla görevlendirilmiş. Zamanın topçu subaylarına matematik dersi de vermiş. Müslümanlığı da kabul etmiş. Mesneviliği öğrenmiş.
Yine bir devşirme olan İbrahim Müteferrika ile çok yakın arkadaş olmuş. Bir söylentiye göre, bu ikili Pera'da ilk mason hareketlerinin kurucularındanmış. 
Osmanlı'da da gözden düşmesi çok uzun sürmemiş. Vatan hasreti de  fena halde canını yakmaya başlamış. O kadar ki, bir köle pazarında görüp çok beğendiği bir Çerkez kızı satın alıp, Fransa'daki kardeşine yollamış. Fransızlar bu kızcağızı çok sevip, ona CİCİM adını takmışlar. Bugün bizim CİCİM'in bir şatoda büyük bir tablosu dahi varmış.
Fransa'ya dönüp dönmeme arasında muhasebe yaparken, bir gece rüyasında melek görmüş. Ve ondan geri döneceğinin müjdesini almış. 
Ancak rüyasının ertesi günü vefat etmiş ve İbrahim Müteferrika'nın da mezarının olduğu Galata Mevlevihane'sinde toprağa verilmiş."

İşte bu hoş hikayeyi anlatan sevgili rehberimiz, keyfimize keyif katan minik mızıka konseriyle seyahatimizin daha da hoş sonlanmasını sağladı. Sağ olsun.



Evet, çok güzel bir gezi daha sonlandı. Kürkçü dükkanına dönme vakti.

Uzunca bir süre memleketteyim.

Aralıklarla özellikle Küba'yı yavaş yavaş yazmayı planlıyorum.

Sevgiyle, sağlıcakla kalın.






23 Ekim 2013 Çarşamba

Riquewihr

Bugünkü masalın ismi Alice Harikalar Dünyasında.

Az laf, bol fotoğraf yine.



Mutlu geyik. Çok haklı. Buralarda ancak mutlu olunur.


Dışarıdaki dünya daha ilginç geldiğinden, bu gezimde yemeklerden fazla bahsetmedim. Ancak, burada yediğimiz bir yemeği anlatmadan geçemeyeceğim: Beyaz etli bir balığı kendi usullerince - beyaz şaraplı vs - pişirip, sonrasında incecik bir hamurun içine koyup bohça gibi sardıktan sonra fırına vermişler. Hamur hafif kızarınca da beyaz bir sosla servis ettiler. Muhteşemdi.



Çiçek var, heykel var, bir bezemeleri eksikti, onu da yapmışlar.


Sanat Galerisi; tipik şık ve zarif Fransız kadını.



Bu tür minik ayrıntılar her tarafta.




Leylekler de öyle. Her tarafta leylek var. Damların üstünde, pencere önlerinde, parklarda. Kimi elektrik direkleri ve/veya bacaların üstünde de gerçeklerini gördük. Yalnız veya yavrularıyla.


Keyif


Renklerin cıvıltısı. Aman bir şey kaçırmayayım derken, bütün gezi boyunca bir tane bile şu tatlılardan alıp yemediğimi ancak döndükten sonra farkettim!! Yok, yok.. Yanlış. Strasbourg'da son gece tatlı krizine girip - hiç sevmem, ama o kadar çok gördüm ki, canım çekti demek - bir tane açık pastahane, fırın - saat 20 - bulamayıp, odamdaki mini bardaki Tobleron çukulatasını kıtlıktan çıkmışcasına yedim!!


Avlular



Masalar ve örtüleri.


Bir karmaşanın en dinlendirici hali. Bakmalara doyamadım.


Kitap okumanın dayanılmaz hafifliği.


Masalın sonunda yılın ilk Glühwein'ı sokak satıcısından satın alınmış, keyifle yudumlanıyor. On sekiz derece sıcaklıkta içilinir mi? Evet. İçiliyormuş.

Dönüşümüz yaklaşırken son durağımız Strasbourg olacak. Orada gerçeğe döneceğiz. Masal bitiyor.

Sevgiyle, sağlıcakla kalın.





22 Ekim 2013 Salı

Kaiserberg

Bergheim'da kendimi Haensel&Graetel masalında dolaşıyormuşum gibi hissetmiştim.

Burası da, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler olsun. Ama kötü cadı yok, olmasın.


Albert Schweitzer'in doğduğu yer. Aslında bir tane büstünü fotoğraflamıştım; herhalde kazara sildim. Bu da adına düzenlenmiş, doğduğu ev olan müze.
O silinmiş büstü çok düzgün çekmiştim. Bunu, nerede olduğumuzu anımsamak amacıyla aceleyle çektiğim için eğri büğrü çıkmış.



Ben bunları fotoğraflamaktan bir türlü bıkamadım.




Şimdi yazacağım şey için çok utanıyorum; ama gerçek... Fotoğraftaki kişi bayağı ünlü biri. Konstantin olabilir mi diye düşünüyorum; emin değilim. Rehberimiz ismini söylediğinde, herkes, aaaa, dedi. Ama benim aklım o sırada arkadaki evdeydi; ışığı kaçırmadan çekmek istiyordum. Herhalde ben de grup psikolojisine uyup, aaa, demiş ve sırtımı dönmüştüm!! Doğruya doğru. (Evet, Constantin Çeşmesi.. 1521. Doğrulandı!!)


Zarif bir kilise kapısı.


Aklımı başımdan alan ev yukarıdaki... Haksız mıyım??


Bütün çiçeklerin canlı olduğunu özellikle belirtiyorum. Plastik değillerdi!!


Sonunda ben de sırf bunu çekebilmek için yerlere yattım. Türlü şekillere girdim.


Bundan böyle, birisi bana kazara evin çok renkli derse, bu fotoğrafları göstereceğim!!



 Çok sevdiğimi yazmama gerek var mı?


Bunlardan bizde niye yapılmıyor? Neden tabelalarımız çok sevimsiz ve her biri ayrı desen, renk ve yönde ?

İşte burası da Kaiserberg kasabasıydı. Bir gün içinde iki ayrı cenneti görebildiğim için çok şanslıyım. Hangisi, neresi daha güzeldi... Yanıtlaması çok zor bir soru.

Yarın bambaşka bir masalla yola devam... Şimdi ciddi ciddi o masalın ismini bulmaya çalışacağım.