Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Eylül 2013 Pazar

Patmos

Dün bizi Kalymnos’a bırakan katamaranla yolumuza devam ediyoruz. Yolculuk bir buçuk saate yakın sürecek.

Dile getirilemeyen bir tedirginlik var üstümüzde. Acaba Patmos nasıl bir yer…  Önceden bu adaya gidenlerin tavsiyesine uyarak iki gece konaklayacağız. Ya Kalymnos gibi çıkarsa ne yaparız?

Gemi limana yanaştığında aynı bavul sistemi devreye girmişti. Bir taksi bulmak üzere yürürken kalacağımız otelin pankartını taşıyan bir bayanla karşılaştık. Aman da ne güzel; burada da karşılamaya gelmişler. Arabaya tabii ki bindik ama durum tahmin ettiğimiz gibi değilmiş. Müşteri avına çıkmış kalacağımız otelin sahibeleri.  Hotel Hellinis iki tane inanılmaz dişlek kız kardeş ve onların eşleri tarafından işletilen  bir başka aile oteli. Konumu çok güzel. Limana beş dakikalık yürüme mesafesinde ve sahilde bulunan Skala bölgesinde.



İyi yere tezgah açmış kızlar. Otelden hemen sonra kızlardan birinin kocasına ait bir araba kiralama şirketi, ve onun yanında da öğlen yemeklerini yiyebileceğiniz bir taverna. Buradaki taverna tabirinin bizdeki anlamda olmadığını anlamak da zamanımı aldı. Bizde, çalgılı, danslı yerler olarak bilinir. Öğlenleri kapalıdır. Yunanistan’da ise öğlenleri de servis veren,  neredeyse “esnaf lokantası” ayarında yerler olabiliyor.

Otel Hollandalı turistlerle dolu. Kızların işleri iyi olmalı ki, bizi yeni inşa edildiği her halinden belli olan apart otel kısmına götürdüler. Liman manzaralı büyük bir balkon, tost/kahve makinesi, meyve sıkacağı,  elektrikli ocağı ve buzdolabı olan büyük bir oda.  Çocuklu ailelerin rahatlıkla kalabileceği, ufak tefek ihtiyaçlarını orada halledebilecekleri kadar da donanımlı.

Bavulları bırakıp hemen yanı başımızdaki “tavernaya”, Netia’ya  gittik. Ve benim inatla “şakşuka” veya “matruşka” dediğim musakka öğlenlerim başladı. Ama çok seviyorum. Ama çok güzel yapıyorlar. Ama ben sürekli olarak yiyebilirim!! Meğerse içine beyaz şarap da ekliyorlarmış. Tarifini anlatan bir kartpostal aldım da oradan öğrendim. Oh mis.

Patmos’u ünlendiren en önemli unsurlar Evangelist rahip John’un İncil’in en önemli kitaplarından biri olan “Book of Revelation”u  (Apocalypse) bu adada yazmış olması; kitabı yazdığı mağara ve adına inşa edilmiş manastır, rüzgar değirmenleri ve de Unesco tarafından Dünya Mirası’na alınmış Chora bölgesinin yine burada olması.Bu rahip daha sonraları Efes'e gitmiş ve orada ölmüş. Mezarı da Efes'teymiş.




 Kitabın yazıldığı mağaradan görüntüler.


Çok güzel türkçe konuşan, nur yüzlü Father Alexandros


Manastırın dış görünümü



Değirmenler.





Chora bölgesinden ufak anılar.


Evet, burası tartışmasız Kalymnos’tan çok daha sevimli bir ada.

Güneş etkisini azalttıktan sonra yürüyerek liman bölgesine gittik. 

Artık açılmış olan dükkanları dolaştık; ufak tefek alışveriş yaptık;  gözümüze ilk başta büyük gelen, ama aslında avuç içi kadar olan meydanında fotoğraflar çektik; bir meydan barında oturup içkilerimizi yudumladık. Bol miktarda Türk ile karşılaştık. Aman nasılsa yabancı ülkede bizim dili kimse bilmez diye düşünülmemesi gereken bir yer Yunan adaları!! Zaten çoğu çok güzel konuşup anlıyor dilimizi. Yani dikkatli olmakta faide var. Sadece arkadaşım, tekneleriyle adaya gelmiş olan altı arkadaşına rastladı o meydanda, o gece.  Bizimle ettik sekiz; en az beş altı kişiyi de konuşmalardan çıkarttık. Esnafın dediğine göre, gelen teknelerin en iyileri bizimkilere aitmiş. İster istemez gururlanıyor insan!!










Liman bölgesinden anılar.

Arkadaşımın tanışları bir lokanta tavsiye etti. Tam sahilde kumların üstünde olduğundan çok esiyormuş; bu yüzden ertesi gece oraya gitmeye karar verip dar sokaklarda bulduğumuz bir lokantada yemeğimizi yedik. Sıradan bir yemekti. Ama Türkçe Menü vardı!! Şaka gibi.

Taksiyle otele dönerken şöförümüze ertesi gün bizi yukarıya manastırın olduğu bölgeye en az iki saat orada vakit geçirmek üzere kaç paraya çıkaracağını ve geri getireceğini sorduk. Biraz pazarlık ettikten sonra, sabah saat on bir de otelde buluşmak üzere ayrıldık. Michael(is) o geceki ücreti almadı.. Yarın bahşiş verirsiniz dedi. Tamam, nasıl deniliyordu Yunanca… Unuttum.

Otelde kahvaltı yine ortalamanın altındaydı.

Adamımız tam vaktinde geldi ve yukarıda fotoğrafları paylaştığım bölgeye çıktık.
Önce yolumuzun üstündeki mağarayı gezdik. Manastırın kapısına vardığımızda, Michaelis siz burada en az iki saate yakın kalırsınız; ben aşağı inip müşteri bekleyeyim; işinizi bittiğinde arayın, hemen gelirim diyerek çekti gitti. Nasıl yani bile diyemedik. Gitti.

Bir baktık ki, manastırın yolu dik ve merdiven. İçeride de bol bol ikona varmış. İkimize de hiç cazip gelmedi!! Bunun üzerine bol bol yürüyüp fotoğraf çektik; cafelerde oturup türk/yunan kahvesi içtik. Güneş canımızı acıtmaya başlayınca da bizim adamı arayıp çağırdık. Gerçekten de iki dakika sonra geldi. Manastırı gezmediğimizi duyunca çok şaşırdı, sanki biraz da bozuldu… Değirmenleri de gösterdikten sonra bizi yeniden otelimize bıraktı. Parasını ödeyip teşekkür edip kendimizi yemek yemek üzere yan komşuya attık.  Gençten bir garson, o gün “pistaccio” yaptıklarını söyledi.  O ne ola ki? Ama arzu edersek “şakşuka da” servis edebilirmiş. Yok… bugün ötekini deneyelim.

Yemeğimizi beklerken kapıdan iki hanım girdi. Öndeki bayan, arkadaşıma bakıp, aaaaa, şezlong komşum, dedi… Bodrum Aktur plajında gerçekten de yan yana  güneşlenirlermiş!! Diğerini de ben çok iyi tanıyorum da, nereden acaba…. Sonunda çıkardım. Aslında tanıdığım bayan değil, giydiği elbiseydi!! Can dostumun bana Bodrum’dan alıp hediye ettiği elbise o bayanın üstündeydi. Aynısıyla tıpkısıyla. Benim kopma anlarımdan biriydi.
O bayanlar da bizim yaptığımız programın aynısını bir gün farkla yapıyorlarmış. Onlar da Kalymnos’tan gelmişler. Onlar da iki gece Patmos’da kalacaklarmış. Sonrasında da aynı bizim gibi Leros’a ve Kos’a devam edip Bodrum’a döneceklermiş. Ve aynı otelde kalıyormuşuz. Tek farkımız, onların rezervasyon yaptırmadan gelip, limanda bizim dişlek kız kardeşlere yakalanması.  Bilgi alışverişinde bulunuldu, afiyet olsun denildi ve herkes kendine döndü.

Pistaccio geldi… Uy…  uy…. Uy….



Akşam üstü bir gün öncesine göre daha erken bir saatte liman bölgesine indik. Gün gözüyle etrafı görelim istedik. Siesta vaktine denk gelmişiz. Ne kadar farklıydı ama. Köhne, tenha, boz renkli bir şehirle karşılaştık. Çok ilginçti. Yine aynı meydan barında oturduk; bir gece önce yan masada oturan çiftin yine aynı masada oturduğunu gördük ve hatta selamlaştık…. Yine iki kadeh içkimizi içtik ve akşam yemeği için Çipurakis’e gitmek üzere yürümeye başladık.

Arkadaşlar, bu ÇİPURAKİS’i gerçekten bir yerlere not edin. Yol tarifi: Meydandan – tek meydan var, deniz tarafına doğru yürüyüp, denizi gördüğünüzde sağa dönüyorsunuz. Biraz yürüyorsunuz; sol tarafta, deniz kenarında, kumluk olan bir yerde şemsiyeler ve masalar görüyorsunuz. İşte orası. Yolun karşı tarafında da kapalı bölümü var. Hava rüzgarlı olduğundan biz de iç kısımda oturduk. Elinde sigarasıyla sipariş alan bir dükkan sahibi. Beter Türk durumları sanki…  Bir yumurta topuk ve arkasına basılmış ayakkabı  eksikti dersem, hiç abartı olmaz. Öyle bir yerden böyle yemekler çıkacağı kimin aklına gelir, bilemiyorum.

Başka bir şey demeden fotoğrafları paylaşıyorum. Karar sizlerin olsun.


Tel kadayıfına sarılmış ve yağda hafifçe kızartılmış peynir.


Altında ılık fava, üstünde ahtapot... ve de tatlı-ekşi sos. 

Bunları görüp yedikten sonra balık çorbası, elimden büyük kalamar dolması fotoğraflamak fazla ilginç gelmedi açıkçası!

Çatlamış, patlamış bir şekilde, ama, yahu biz neler yedik, bu ne lezzetti diyerekten; üstüne üstlük yine komik bir para ödeyerekten otelimize döndük.

Adadaki son günümüzün son iki saatini yapacak bir şey bulamadığımızdan otelin bahçesinde oturarak geçirdik. Limansa liman, gezdik, tozunu attırdık. Yukarı bölgeyse, o da tamam. Yani ada bitti. Ha, şunu belirtmem gerekiyor: Denize girmeyi, plajda vakit geçirmeyi hiç düşünmedik. Mayolarımız yanımızdaydı, ama bir kere bile girmedik. Bunun da önemli bir sebebi var: Sezon dolayısıyla olmalı, gördüğümüz plajlarda ne bir şemsiye, ne bir şezlong, ne de bir büfe vardı. Allahın o sıcağında güneşin altında kavrulmak istemedik. Buna bir de benim Datça, arkadaşımın da Bodrum’dan geldiğini eklerseniz, sebep sonuca götürür herhalde.

Benim için o bahçede geçirilen sakin, koşturmasız iki saat de hoştu. Ama yol arkadaşım çok sıkıldı açıkçası. Ne yapalım…





Duble Türk/Yunan kahvesi içmek de bir deneyimdi. Ama bana fazla geldiğinden, ısmarlarken, regular demeyi öğrendim. 

Ayrılık saatimiz geldiğinde dişlek kız kardeşler tarafından limana götürüldük.

Aynı katamaran gözüktü işte. Ama bugün yarım saat rötar yaptı. Aslında hep rötarlıymış. Neden diye sorduk, yanıt; because they are crazy, oldu. Peki. Siz öyle diyorsanız, haklısınızdır.

Patmos, seni sevdim. Bir daha ziyaret etmek isterim. 


Kalymnos - Kilimli Adası

Bir Maya atasözü der ki, We make plans, Gods laugh.

Eylül ayı başlarında Datça’ya gelmeye karar  verdiğimde, hazır Schengen vizem de var, Bodrum’dan Kos’a gideyim demiştim kendi kendime.

Fikrimi paylaştığım iki arkadaşım, biz de gelelim; programı da uzatalım deyince, memnuniyetle dedim.
Çeşitli  sebeplerle önce bir  tarih uyuşmazlığını hallettik, sonra da üç kişi diye planlanan geziye iki kişi devam etmek zorunda kaldık.

Programımız, Turgurreis'den Kos’a ulaşıp, hemen gemi değiştirip Kalymnos’a geçmek. 

Kos’ta bulunan bir acentayla yazışmalara başlandı.

Bu acenta  feribot biletleri ve otel rezervasyonlarını kendileri aracılığıyla yaptırırsak, biletleri Kos’a vardığımızda limana kadar getireceğini yazınca, ona da peki dedik.

Kos-Kalymnos-Patmos ve Leros adaları için toplamda bir şey ödeyeceğimizi sanırken, her ada için ayrı ayrı fiyatlandırma olduğunu öğrendik.

Adalardaki kişi başı hızlı katamaran fiyatları:

Kos - Kalymnos      : 14.50 €
Kalymnos - Patmos :  26 €
Patmos - Leros       : 16 €
Leros - Kos            : 22 €

Bizdeki “Çingene Vapuru” mantığıyla çalışan bir şirketten biletlerimiz alındı.

Oteller hakkında hiçbir fikrimiz olmadığından tercihlerimizi bildirdik – çok pahalı olmayan, temiz, oda içinde banyo ve duşu olan, sabah kahvaltısı veren ve merkezi konumda olan yerler.

Tavsiye edilen otelleri Google’dan araştırdıktan sonra onayımızı verdik. Tamamdır, kabul ediyor ve geliyoruz.  
Ben de 20 Eylül Cuma sabahına Datça-Bodrum feribot biletimi aldım ve ufak bir valizle yola çıktım ve  21 Eylül Cumartesi  sabah erkenden feribota binmek üzere Turgutreis’e geldik.

Feribot hareket ettikten yirmi dakika sonra adadaydık.  Acentaya telefon edip gümrükten geçmek üzere olduğumuzu haber verdik.

Hava çok sıcak. Bu nasıl bir sarı yaz??

Adının Hatice olduğu, çok güzel Türkçe konuşan yunanlı genç bir kız feribot biletlerimizi ve otel makbuzlarını verdi.

Hiç vakit kaybetmeden Kalymnos'a giden katamarana binip üst katta açıkta yer bulup oturduk.

 Kalymnos. Herhalde şuradaki burnu dönünce asıl merkezi görürüz, değil mi? Umuyoruz!!





İlk intiba: Kayalık, sıfır yeşillik; Mardin deniz kıyısında olsaydı işte Kalymnos olurdu.
 
Mavi pencereli beyaz badanalı evler sadece fotoğraflarda var.

Gemiden indik ve kalacağımız otelin sahibi tarafından karşılandık.On üç odalı Hotel Panaroma tam bir aile işletmesi. Set üstündeki konumu olağanüstü.  Deniz önümüzde, “şehir” karşımızda.


Otelimiz.

Bavullarımızı odalarımıza bıraktıktan sonra aşağıya yürüyüp dolaşmaya başladık. Öğlen saatlerinde sokaklarda inler ve cinler bile yok. Adada HİÇ BİR ŞEY YOK.  Bir lokanta bulup bir şeyler yiyelim dedik. Sahil boyunca yan yana sıralanmış mekanlardan birinde oturup karnımızı doyurduk ve bitti.


Öğlen yemeğini yediğimiz "Kaptan'ın Yerinde" dükkan sahibi...


Yeni Rakı her yerde...


 Yer gök kurutulmaya bırakılmış ahtapotlarla doluydu.

Otele dönmeden önce taksiyle tepedeki Manastır'ı görmeye gittik. Aşağıdan baktığında uzak görünen yol aslında hiç de o kadar uzak değilmiş meğerse. Taksi şöförüne beklemesini rica edip etrafı dolaşıp biraz fotoğraf çekip otelimize geri döndük. Güneş biraz tepeden çekildikten sonra adanın diğer kısımlarını gezmeye karar verdik.






Rahip ve rahibelerin yaşadığı manastır ve içi.



Yeni yapılmış kilisesi.

Geziye çıkmadan önce niyetimiz her adada bir araba kiralayıp etrafı iyice dolaşmaktı. Ancak adaları gördükten sonra, araba kiralamanın bize gereğinden fazla pahalıya mal olacağını anladık. Bir taksi tutup pazarlık yapıp bir iki saat dolaşmak bize daha mantıklı geldi. İyi ki de öyle yapmışız.  

Bu adaya Türkler neden Kilimli Adası demişler, anlayamadık.

En büyük gelir kaynakları sünger avcılığı. Sahilde büyük ve güzel bir sünger dükkanı  vardı; sahibesi bizi oldukça bilgilendirdi. Süngerin aslında siyah bir kaya gibi göründüğünü bilmiyordum. Bu “taşlar” toplandıktan sonra sahilde kabukları kırılıp ahtapot gibi yere vurulduğunu da. Bayağı bir işlemden geçtikten sonra da dekorasyondan kozmetiğe kadar çeşitli alanlarda kullanılmak üzere satışa sunuluyorlar.  Türkiye ve Yunanistan arasında esen ılımlı politik rüzgarlardan bizim süngerciler de paylarını almışlar. Yunanlı süngercilerle birlikte dalış yapıyorlarmış. Mehmet bu yıl gelemedi; onun yerine Hasan buradaydı denildi mesela. Dalgıçlar da eskiden olduğu gibi salt tüple değil, tam teşekküllü, nerdeyse astronot kıyafetlerini andıran dalgıç elbiseleriyle dalmaya başlamışlar.

Turist çekmek için de dağ tırmanışını pazarlamışlar ve tutmuş. Adanın her tarafında dağ tırmanışı düzenleyen farklı firmalar gördük.

Otel sahibesi, belirli saatlerde adayı baştan sona dolaşan bir otobüs olduğunu, ona binmemizi, en tepede, son durakta hiç inmeden geri dönmemizi, böylecene ada hakkında bir fikir edineceğimizi söyledi. Neden olmasın?

Odalarımızda biraz dinlendikten sonra ada yollarına vurduk kendimizi. Şehir biraz canlanmış sanki… Sonradan aydık. Bunlar öğlen saatlerinde “siesta” yapıyorlar. İşyerleri saat on beşte paydos edildiğinden öğle yemeklerini o saatte, dolayısıyla akşam yemeklerini de saat yirmi iki dolaylarında yiyorlar. Ara saatlerde de evlerinde dinleniyorlar. Otomatikman biz de onların saatlerine Kalymnos’da değil ama, Patmos’da uyum sağladık.



 Bunların paçalı olanları da vardı. Bayıldım. 




Her evin manzarasının böyle olduğunu belirtmeme gerek var mı??


Bize tavsiye edildiği üzere o otobüse bindik. Adam başı bir buçuk € ödeyerek kırk beş dakika kadar adanın kuzeyine gidip geri döndük. Burada gerçekten hiçbir şey yok.

Otelimize gitmek üzere bindiğimiz taksi şöförüne akşam yemeği için neresini önereceğini sorduk. Sahildeki büyük otelin hemen arkasındaki Pandelis dedi. Tamam, oraya gidilecek.

Bizim usule göre öğlen yemeği yediğimizden, daha doğrusu onların sistemini henüz bilmediğimizden saat sekizde biz acıkmış ve mekanı aramak üzere çoktan yola çıkmıştık.

Sırf Pandelis’de yemek yemek için Kalymnos’a gitmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Nokta.
Kusursa, tek kusuru deniz kıyısında olmaması.

Oralarda yediğimiz deniz ürünlerini başka hiçbir yerde yemedik. Ve herkesin söylediğini, yazdığını ben de söyleyecek ve yazacağım; fiyatlar Türkiye’ye göre inanılmaz ucuz. Balık aynı balık, niye orada öyle de bizde böyle, bilmiyorum.


Mönülerde iki ayrı bölümde karides ve makarna yazılı. Biri, karidesli makarna; diğeriyse makarnalı karides. Fotoğraftaki makarnalı karides. Tek porsiyon.


Uzun bir süre dokunamadık, kesmelere, yemelere kıyamadık... Böylesini hiç görmemiştim. Tadı da en az görüntüsü kadar olağanüstüydü.

 Başlangıcı balık çorbasıyla yaptık. Hâlâ iddia ediyorum; Datça'daki Fevzi'nin balık çorbasının üstüne çorba tadamadım.

Ana yemek olarak da büyüğe yakın bir boyda Mercan balığı istedik. O da çok lezzetliydi.

Benim Yunan Salatam ve sarmısaklı ekmeklerim de masadaki yerlerini aldılar.

Gittiğimizde bir iki masa turist vardı. Kalkarken ise, garsonlar masalara yetişemez durumdaydılar. Zira saat yirmi ikiyi bulmuş ve yunanlılar akşam yemeklerine başlamışlardı!!! Aile boyu, çoluk çocuk, kimleri var kimleri yok hepsi bir arada yiyorlardı.

Fazlacana doymuş bir halde hesabımızı ödeyip tavernadan ayrılıp köşe başını döndüğümüzde on beş bin nüfuslu Kalymnos halkıyla burun buruna geldik. Bir barda, bir cafede oturacak yer bulmak mümkün değildi . Ne oluyor ya? İnlerle cinler korkularından ortalıktan kaybolmuşlar!!
Neresi olduğuna bakmadan ilk bulduğumuz masaya konuşlanarak, içeceklerimizi sipariş edip biraz insanları gözlemledik. Gençlik güzel. Gördüklerimiz turist değildi; onlar çoktan odalarına çekilmiş, ertesi günün programını yapıyorlardı herhalde.. Bunlar tamamen yerli halk. Ve ne kadar benzeşiyoruz.

Hadi, biz de odalarımıza çekilelim artık. Ertesi gün iki gece konaklayacağımız Patmos’a gideceğiz.

Otele dönerken anahtarlıkta iki benzemez anahtar olduğunu fark ettim. Odada mini bar falan olmadığından ne olabilir acaba diye düşünürken, bir anahtarın otel kapısına ait olduğunu keşfettik. Otel sahipleri belirli bir saatte kendi evlerine giderken dış kapıyı çekiyorlarmış. Geç kalanlar da anahtarla kapıyı açıp sonra tekrar kaparlarmış. O gece de bir düğüne gideceklerini söylediğinde saat yirmi üçe geliyordu!! Ertesi sabah kahvaltıda, saat altıda eve döndüklerini ama hala dans edenler olduğunu belirtti.

Standart bir kahvaltı edip türk-yunan kahvelerimizi içtikten sonra bavullarımızı tekrardan otelin arabasına yükleyip limana indik.

Bizim katamaran geliyor. Yolcu indirdi, bizleri aldı. Patmos’dan önce Leros’a uğrayacak. Bir sürü valiz var. Bunlar nasıl karışmayacak acaba…. Çok güzel bir sistem kurmuşlar. İki mürettebat liman ismini bağırarak sürekli tekrar ediyor. İnsanlar da inecekleri liman hangisiyse o tarafa valizini bırakıyor. Kimi altta, kimi en arkada. İneceğin limana yaklaşırken bütün valizler arka arkaya dizili olarak çıkış yolunda seni bekliyor oluyor.


Kalymnos, seni sevmedim. Kusura bakman. 







9 Eylül 2013 Pazartesi

Skogarfoss, Seljalandfoss Çavlanları; SudurLand; Reykjavik

TripAdvisor listesinden oldukça iyi puan almış olan Islandia Hotel Nupar’dan ayrılıyoruz. Çok farklı bir deneyim olduğunu yazmama gerek yok herhalde.

Solheimajökull buzulunun yakınlarından geçerek Skogarfor çavlanına vardık.  Romantik, minik, bildiğimiz çavlanlardan. (Ukalalık tavan yapmış burada... Bildiğimiz çavlanlardan diye yazmışım. Ayıp bana!! 23.11.2013)






SUDURLAND…..

Gezinin ilk gününden itibaren sözü edilen lav tarlaları, lavların üstünü kaplamış yemyeşil kadifemsi sudurlar, lavların denizi bir çekiç gibi yarması sonucu oluşan kayalar.  Yemyeşil, kapkara, bembeyaz köpüklü deniz, simsiyah kaya oluşumları. Bir film stüdyosundayız. 

REYNISFJARA HALSANEFSHELLIR bölgesi.










Ve de..... Beni en çok etkileyen bölüm.....




Bu lavlardan oluşan inanılmaz sütunlar size neyi anımsattı ???

Biraz geriye gidip fotoğraflar ekleyince daha iyi anlaşılacaktır, eminim.



Reykjavik'teki Hallgrims Kilisesi işte bu lav oluşumlardan yola çıkılarak inşa edilmiş. Yukarıdaki fotoğrafların önemi bu yüzden çok fazla. Ben bu eserin mimarının önünde eğilir şapkamı çıkartırım. 

Hafiften görüntü sarhoşu olmuş bir şekilde bu bölgeden ayrıldık. Aslında daha çok vakit geçirmek isterdik ama daha yolumuz uzun.



Sonrasında bir başka romantizm…. Seljalandfoss çavlanı.



Çadırcılar


Tur otobüsü.

  Ve Skogar Müzesi; adanın en iyi korunmuş evlerini kapsayan bir bütün.









Yazmaya ilk başladığımda, önceden geçtiğimiz ufak şehirlerin dönüş yolunda gözümüze kocaman geldiğini belirtmiştim. Bu kadar sonsuzluk ve hiçlik duygusundan sonra haksız değilmişim, değil mi…

Reykjavik’e vardığımızda kıyamet kopuyordu. “Gökkuşağı” kutlamaları yapılıyormuş meğer. Herkes Gökkuşağı; her yer Gökkuşağı anlayışı tüm şehre hakimdi.  Ağızlarında emzikle oturan erkekler – çekindim, fotoğraf çekemedim; alkol oranları çok yüksekti.  Farklı boyutlara yükselmiş kadınlar…  Çiftlerin arasına sıkışmış bebekler…  Bu bebekler o çiftlere mi aitti, yoksa konu mankeni olarak mı oradalardı, bilemedim.
Şehir sabaha kadar uyumadı.  Otel odamda da ben…  Odama kadar yükselen alkol ve ona bağlı bazı sevimsiz kokulardan dolayı aşağıya inip o güruha da katılamadım. Sabaha karşı saat üç’te havalimanına gitmek üzere uyandırılma verildiğinden, gruptan bir başka bayanla şöyle bir etrafta tur attık; İzlandalıların eğlencelerine de böylecene şahit olmuş olduk.

Alanda bekleme süresiyle on dört saate yakın süren bir dönüş yolculuğundan sonra İstanbul’dayım. Bu kadar güzel bir gezi olacağını hiç ummuyordum. İzlanda’ya aşık olacağımı hiç tahmin etmemiştim . Sadece gidip dönecektim. Şimdi bir kere daha gitmek istiyorum.

Evet, böylecene bir gezim daha bitti.

Bir başkasını gezip yazana kadar sağlıcakla, iyi kalın.