Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

1 Şubat 2015 Pazar

Berlin; I. Bölüm

Berlin'i sevmedim.

Ön yargılı gittiğimi de kabul ediyorum. Almanya, ziyaret etmeyi hep reddettiğim, gitmeyi ötelediğim bir ülke oldu. Sebepleri çeşitli. Ancak en önemlisi vize verirken çıkardıkları zorluklar ve pasaport kontrolünde çektirdikleri rivayet edilen eziyetler.

Yaz mevsimini geçirdiğim Datça'da çok Alman vardır. Noel zamanı şehirlerin çok romantikleştiğini söyler dururlar. Almanlar ve romantizm ne iştir deyip, pasaportumdaki geçerli ve kullanılmış vizeme de güvenip, haydi, dedim. Ya şimdi, veya asla.

Yemen ve 21 günlük Latin Amerika gezisini beraber tamamlamış olan bir arkadaşım da bana katıldı. Mis.

Program belli olur olmaz ilk iş internet üzerinden Berlin Filarmoni Orkestrası'na bilet almak oldu. Aynı şekilde Parlamento Binası'nı gezme izni, Hop Aşağı/Hop Yukarı turu ayarlayıp Berlin'e indik.

Pasaport kontrolünden en kolay geçtiğim ülke olarak kayıtlarıma girdi Almanya!! Fakat pasaport polisinin önüne o kadar gergin gelmişim ki, ne kadar kalacaksınız sorusuna, 5 yıl gibi hatalı bir yanıt verdim... Hem de Almanca olarak... Sonra toparlayayım dedim, 5 aya indim!!! Sinirim bozuldu, gülmeye başladım. Benim meşhur "ayyyyy"larım vardır; onlardan biri çıktı ağzımdan ve sonunda 5 gün diyebildim. Aldırmadı, benimle birlikte güldü adamcağız. Şanslı günümdü diye düşünüyorum. Berlin'de yaşayan arkadaşımdan konuyla ilgili yorum geldi: Pasaport polisinin Almanca'ya tam hakim olmadığımı, ama gezim nedeniyle az bir şey öğrenmek için uğraş verdiğime inandığını belirtmiş. Yoksa içeri sokmazmış....

Alanda bir Türk yanımıza gelip şoför isteyip istemediğimizi sordu. Muhittin Amca ile tanışmamız bu şekilde oldu. Almanya Acı Vatan'a ilk gelenlerdenmiş. Evet, dillerini konuşuyor, ancak sadece anlayabilecek ve derdini anlatabilecek düzeyde. Memlekete dönmeyi düşünmüyor; ama orada da fazla mutlu değil; geçinemiyor. Emekli. Ne dersek, ne istesek, önce, inşallah, diyor, sonra yanıtını veriyor. Her namaz vakti, arabayı bir kenara çekip seccadesini çıkarıp namazını kılıyor. Tatlı bir adam. Çok dakik. Muhittin Amca, saat 9'da yola çıkalım diyorsun, 8.55'de kapıda gözüküyor. Bu bağlamda Almanlaşma tam. Karşımıza çıktığı için şanslıyız.

Alexanderplatz'daki  oteli sevmedik. Çok büyük. Bir ada ve parseli kaplamış. Bir daha gidecek olsam daha canlı bir yerde ve daha küçük, derli toplu bir otelde kalmayı tercih ederim.

Bavulları bırakıp hemen dışarı çıkıp şehri keşfe başladık.

Yılbaşı ve Noel'e çok yakışan kar, neden yağmıyorsun??

Büyük bir hayal kırıklığı. Kocaman kocaman, heybetli binalar bekliyorduk. Yerle bir olmuş bir şehrin yeniden doğuşunun görkemli olması gerekiyordu sanki. Ne moderni modern, ne klasiği klasik. Uyumsuz, bağlantısız saçma sapan yapılar topluluğuyla karşılaştık.

Ama geniş caddeler, ağaçlar, sular seller gibi akan trafik, kornasız yaşam her Avrupa kentinde olduğu gibi burada da yerli yerindeydi.

Otelimiz Brandenburg Kapısı'na yakın olduğundan o istikamete doğru yürümeye başladık.



Beni şehirde en çok etkileyen şeylerin başında, adamların geçmişleriyle sürekli yüzleşiyor olmaları oldu. İşte, o ünlü kapının önünde 9 kollu şamdan mesela.

Önümüze gelen ilk Noel Pazarı'na daldık. Bayıldık bayıldık....


Norveç usulü tütsülenmiş balık.


Mantarlar. Kendime bir tane mantar temizleme fırçası bile aldım buralardan...


Yağmursuz, karsız ama kuru ayazda yiyen, içen, dolaşan şehirliler.

Geçirdiğimiz 5 gün boyunca her fırsatta bu pazarlardan birine gidip - sonraları çok daha büyüklerini de gördük, ekmek arası sosis yemek ve en az 2 bardak Glühwein içmek hiç ihmal edilmedi.

Ancak Almanlar romantik falan değil. Alman işte.

Aklımızdaki programlardan bir tanesi de Noel akşamı bir kilisede ayin izlemekti. Nerede izleyelim, saat kaçta olur gibi bilgilere ihtiyaç duyuyoruz yani. Otele dönerken yolumuzun üstündeki şık, zarif Marienkirche'nin kapısını açık görünce oraya bir hamle yaptık. Kapıda genç bir oğlan. Benim yol arkadaşım Hülya, tüm şekerliğiyle oğlanın yanına gidip, "hi man, how are you doing tonite?" diye sorup çocuğun omuzuna dokunmasıyla öteki 2 adım geri zıplayıp, ben hemen geliyorum deyip ortadan kayboldu. Anlaşıldı, bunlar temasa alışık değiller :) Tamam, biz de bayılmıyoruz sizlere zaten. Sadece iyi niyet gösterisiydi yapılan. Her şeye rağmen bir program almayı başardık ama. Berlin'den bu konuya dair bir yorum daha: El ve vücut teması bir Alman için şok durumdur!!! 

Akşam Berlin Filarmoni izleyeceğiz. İyi ki bilet bulabildim; iyi ki o havayı soluduk.

Konser binası yine son derece sıradan.

Salon tıklım tıklım. Fuayede çeşitli yerlere kurulan vestiyerlere itiş kakış olmadan paltolarımızı bıraktık. Adamlar anında kuyruğa giriyorlar... Herkes aynı şeyi yaptığından işler de inanılmaz hızlı ilerliyor.

Salondaki barlardan birinden şampanyalarımızı alıp yudumladık. Seyirci yaş ortalaması +70... Tekerlekli iskemleli sayısı epeyce yüksek. Ben açıkçası papyon/siyah takım elbise mecbur sanki diye düşünürken, kıyafetlerin daha bir günlük yaşam biçimine döndüğünü gözlemledim. Yırtık blue-jean giyen de yoktu ama,

Adam başı ekstra 25 Euro'ya kıyamamış olmalıyım ki, biletlerimizi üçüncü kademeden almıştım. Ne bileyim o kademenin üst salonun yan tarafı olduğunu... Neyse ki orkestraya hakimdik.


Çok güzel bir konserdi. Kulağımızın pası silindi. İkinci bölümün ilk eseri orkestranın Dünya Prömiyeriymiş. Piyano konçertosu. Fazla modern, fazla .... sanki Tsunami olmuş da, binalar çöküyor da, insanlar avaz avaz kaçışıyorlarmış gibi bir şeydi...  Parça bittiğinde ayakta alkışlandı. Anladıklarından mı, yoksa hani ilk seslendiriliş diye tebrik ettiklerinden mi bu kadar kendilerinden geçtiler, anlayamadım.

Son 3 bölümlük final eserde koltuklarımıza gömülüp yaşadığımız anın keyfini gerçekten çıkardık.


Orkestranın bulunduğu sahnenin arkasındaki oturma düzenini de ilk kez burada gördüm. Oturanlar orkestra üyelerini arkadan, şefi ise önden görüyorlar. Program bittikten ve selamlarını verdikten sonra orkestra çalanları arkada oturanlara dönerek önlerinde eğildiler.

Konser çıkışında paltolarımızı aynı düzenek içinde vestiyerden alıp taksiye binmek üzere oradan ayrıldık.

A-ha... Almanlar da biraz Türkleşmişler mi ne...  Her yerde sıraya girenler, kuyruğa aldırmadan aradan taksi çevirmeye başladılar... En arkadakiler önlerinde sırasını bekleyen taksilere binip gittiler. Olamaz... olmamalı :)) Sonunda gezi arkadaşım, bir biz mi enayiyiz, deyip kendini yola attı ve önümüzdeki 4 çifti atlatıp taksiyi çevirmeyi başardı. İşte budur.

Yabancı bir şehri yürüyerek veya hop aşağı, hop yukarı otobüslerle keşfetmeyi seviyorum.

İkinci günümüzde biz de böyle bir tur aldık.

Tur otobüsünden Brandenburg Kapısı'nda inip, çevrede yürüdük.

Nazi döneminde katledilmiş olan Avrupalı "Sinti" ve "Roma"lıların anıtına denk geldik.



1933 ila 1945 yılları arasında Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde yüz binlerce insan "çingene" olarak yaftalandı. Bunların bir kısmı ait oldukları gruplara göre Sinti, Roma, Lalleri, Lowara veya Manusch olarak isimlendirildi. Avrupa'daki en büyük 2 grup Sinti ve Roma'ydı. Dolayısıyla da Nazilerin ve takipçilerinin de en büyük hedefleriydiler.  1945 yılına gelindiğinde, kesin sayıları belli olmamakla birlikte, tahminen 500.000 kadar "Çingene" diye adlandırılan kadın, çocuk ve erkeğin toplama kamplarında yok edildikleri biliniyor.

"Hayvanat Bahçesinde bir ışık, Parlamentonun yakınında ağaçlar ve çalılıkların gölgesinde. Büyük şehrin gürültüsünden uzakta, küçük, kendini göstermeyen bir yer. Merhametin içten hissedildiği, acının paylaşıldığı bir yer. Sinti ve Roma'nın Naziler tarafından yok edilişlerinin asla unutulmaması gerektiğini hatırlatan bir yer.

Su göğü kucaklar; mavi, gri, siyah göğü. Bulutlar, ışık, karanlık. Bunların hepsi su tarafından yutulur. Sadece yalnız bir kemanın susturulmuş acı melodisi çınlar."

1930 yılında Tel Aviv'de doğan heykeltraş Dani Karavan'ın anıt hakkındaki düşünceleri.

Nazi döneminde katledilen eş cinseller anısına yapılan anıtı atlamışım, üzüldüm. Elimdeki broşüre göre tarihçesi, hikayesi:

Nazi Almanya'sında eş cinsellik kabul edilemez bir suç olarak tarihteki yerini alır. 1935 yılında yürürlüğe giren 175 numaralı maddeyle daha da nefes alınmaz hale getirilir. Bir öpücük bile ceza verilmesine yeterli olmaktadır. 50.000 kadar sabıkalı, bu madde çerçevesinde hapse atılır, hatta bir kısmı hadım edilir. Binlerce erkek, cinsel tercihlerinden ötürü toplama kamplarına gönderilir ve orada açlıktan, tacizlerden dolayı ölür.

Lezbiyenlik erkek eş cinselliği kadar tepki çekmemiş olsa da, her iki grup uzunca bir süre gerçek cinsel tercihlerini saklayarak korku içinde yaşarlar.

Yıllar boyunca Nazi Almanya'sının eş cinsel mağdurları ne Batı, ne de Doğu Almanya'daki anma toplantılarında yer bulamadıkları gibi, cezalandırılmaya da devam edilirler.

Madde 175, hiç bir değişikliğe uğramadan 1969 yılına kadar geçerliliğini korur.

Anıt, 1995 yılından beri Berlin'de yaşayan Danimarkalı Michael Elmgreen ve Norveçli İngar Dragset tarafından tasarlanır. Kübik biçimde inşa edilen anıtın caddeye bakan tarafında anlatılan, biz de diğer inanlar gibiyiz; ancak birbirimizden de farklıyız.

Ufak bir kare pencereden içeri bakıldığındaysa, çeşitli sanatçıların eşcinsel sevgi üzerine düşüncelerini yansıtan film seyredilmekte. Anıtın konseptine uygun olarak, bu film çeşitli aralıklarla değişmekte.

Çevrede biraz daha dolaştıktan sonra yine tur otobüsümüze binip şehri keşfe devam...

Sarı hattın 16 numaralı durağı Bit Pazarı... Hooop aşağı.

Buraları çok severim. Ama eve her dönüşümde, özellikle eski fotoğrafları yırtıp yırtıp atmama da bu pazarlar sebep oldu. Kim bilir kimlere ait onlarca siyah beyaz fotoğrafları yerlerde karman çorman görünce... kendimi fena halde mecbur hissettim. Geçmişim yerlerde sürünmemeli.






Fotoğraflarda görüldüğü gibi yok yok.

İnsan Berlin'den ne alır bilmiyorum. Benimkiler aşağıdaki fotoğraftakiler .... Muhittin Amca'nın ısrarla bizi AVM'lere sokma gayretini başarıyla savuşturduk.



Bu mavi emaye kepçeyi bit pazarından,


Bu kocaman ahşap kepçeyi de Noel Pazarından aldım. Bavuluma sığdırdım ve hiç üşenmeden taşıdım. Bir amaç için alındılar tabii ki. Ne olduğunu şimdi yazmayacağım; yaz geldiğinde amaç gerçekleşip fotoğraflandığında paylaşırım.

Burada da işimiz bitti. Hadi bakalım, hooop yukarı....

Yok, binalarda hiç iş yok. Şehir bir şantiye halinde. Ancak ruhsuz. Sanıyorum en doğru sıfatı buldum.




Balkonlardan, pencere önlerinden sarkan çiçek öbeklerine hiç denk gelmedik ama, yukarıdaki fotoğraflardaki sevimsiz, metrelerce uzanan borular her inşaatın çevresini kuşatmışlardı. Adamlar durup dururken bu kadar masraf etmemişler tabii ki. Bu görsel sevimsizlik sayesinde inşaat sırasında meydana gelen atıkların yer altı suyuna karışmasını önlemişler. Almanya musluktan akan suyu içilen nadir ülkelerden biri. Nedense bir tek mavi olanı çekmişim; bir de pembe renklileri vardı. Aralarında mutlaka bir fark vardır da ne olduğunu öğrenemedim. Yıkılan Berlin Duvarı yerine şehri mavi ve pembe borularla çevrelemişler!!!

Tura devam. Şanslıyız ama. Dışarılarda yürürken hiç yağmura denk gelmedik. Otobüse bindik, yağdı; cafeye girdik sağanak halinde indirdi. Ama biz kar görmeyi çok özlemiştik. Burada bile göremedik.

Unutmadan yazmam gerekiyor: Türkçe her kulaklık sisteminde yerini almış. Kötü aksanlı biri anlatıyor ama, var mı var.

Büyük bir Noel Pazarı... Hooop aşağı.

Aslında hepsi aynı. Ama çok keyifli. Yol arkadaşımla en sevdiğim şeyi yaptık: Bu tür yerleri, müzeler dahil, hep ayrı ayrı gezdik. Belirli bir saatte şurada buluşalım dedik ve koptuk.





Her yer rengarenk, cıvıl cıvıl. Köpeklere öldüm bittim. Çok sevmek istedim de bunlar Alman... izin verirler mi, vermezler mi...



Şunlardan alamadım ya.. Hep son güne bıraktım; otel odasında bozulmasından korktum zira. Ne bileyim, 24 Aralık günü saat 14'de bütün tezgahların bir anda kapanacağını!! Ama ama ama deyip Dresden'deki pazarın orta yerinde kalakaldım.


Bu çikolata tezgahlarını çok sevdim. Akla gelebilecek her şeyi yapmışlar. Şişe açacakları, kapaklar, vidalar, İngiliz anahtarları... Üstelik son derece de lezzetliler. Fiyatları da görüldüğü üzere çok da ucuz değil. Ama değiyor.


Ressam olan kuzenime yukarıdaki fotoğrafta görülen fırça ve tüp hediye ettim. Hepsinin çikolata olduğunu söylesem.... Fırçanın kıllarına kadar düşünmüşler.


Peynirler.


Arkada görülen fırınlarda piştikten sonra servis ettikleri bir tatlı. Hiç denemedik. Zaten neyi tadacağımızı şaşırdık. Çoğunu da beğenmedik. Deneme yanılma sistemi.

Gezimiz sırasında gördüğümüz en büyük pazarda yine ekmek arası acı soslu sosisimizi yedik; ben yine Glühwein'ımı yudumladım.




Bu sistemi özellikle sevdik.

Biz yorulduk galiba...Hadi yola devam... Hooop yukarı.

Gezi arkadaşım her şeye rağmen yürüyerek dönmek istediğinden bir sonraki durakta indi.  Akşam yemeğine gitmek üzere lobide buluşacağımız saati belirleyip ben otele vardım.

Oh, ayakları yukarı kaldırmak, çizmelerden kurtulmak iyi geldi.

Akşamki programımız açık havada sosis ekmek değil de, oturarak sıcak bir yerde değişik bir yemek yemek; sonra da ünlü kapının ışıklandırılmış halini görmek için oraya kadar yürümek.

Otelimizin hemen yakınlarında bulunan bir lokantaya gittik. İsmini hatırlamıyorum. Çok şükür salata barı var.. Yeşillik, domates, salatalık... Zeytinyağ ve limon.. mayoneze bile tahammül edemeyeceğiz. Kırmızı şarabımızla birlikte Türk garsonunun tavsiye ettiği çok güzel bir yemek yedik; ısmarladıklarımızın yarısını tabakta bıraktık. Sohbetimiz de o kadar keyifliydi ki görmek istediğimiz ışıklandırılmış kapıyı falan boş verip otele döndük.

Ah bir de cep telefonum İstanbul'da unutmayıp çocukluk aşkımla buluşabilseydim ya...

Sürecek......

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder