Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

6 Şubat 2015 Cuma

Berlin, II Bölüm

Bugün sabah erkenden Muhittin Amca ile buluşup Parlamento Binası, Musevi Müzesi, Avrupa'da Öldürülen Museviler Anıtı ve sonunda da Berlin'in 30 kilometre kadar dışında bulunan Postdam şehri gezilecek.

İlk yazımda belirttiğim gibi Muhittin Amca çok dakik. Kulakları çınlasın.

Saat 8.45'de Parlamento'nun önündeki ziyaretçi girişindeydik. Giriş izni belgemizi, kimliklerimizi gördükten sonra sıkı bir güvenlik kontrolünden geçip galeriye girdik. Kulaklıklarımızı da edindik.

20 Haziran 1991 yılında Yaşlılar Konseyi'nin aldığı bir kararla Alman Parlamentosu Berlin'e taşınır ve Reichstag Building olarak yeniden isimlendirilir. Uluslararası mimari proje yarışmaları sonucunda, yeni Reichstag Building'in Spree nehrinin kuzeye doğru aktığı Spreebogen bölgesinde inşasına karar verilir. Odak noktası ise, içinde gezilebilecek olan kubbesi olacaktır.

Ana merkezin etrafına 3 adet yapı topluluğu daha inşa ettirilir. Bunlar, Jakob Kaiser, Paul Löbe ve Marie-Elizabeth Lüders Binaları'dır.

Yapılarda heybetli, gösterişli, şeffaf, pratik ve yenilikçi yeşil teknoloji kullanılmıştır.


Bu gösterişli bina anıtsal ön cephesiyle ziyaretçileri çarpar. İçeri adım atıldığında ise, en son teknoloji ile donatılmış modernlik sizi karşılar. İngiliz Mimar Norman Foster dış cephede tarihi dokuyu korurken, iç kısmı modern tercih etmiş.

Reichstag Building'in dış görüntüsü fazla değişmemekle birlikte, modern elementlerle donatılmış, çağ ötesi formlarla harmanlanmış, ve  havai, haşin, bir armoni ortaya çıkmış.

Çok sayıda öğrenciyle birlikte Parlamento geçmişinin fotoğraflarla anlatıldığı bölümden gezmeye başladık.

Yukarı yönlendirilmeye başladığımız anda da kulaklık devreye girip anlatmaya başladı. Bir adım geri gittim, sustu.. İleri adım attım, başladı.. Nasıl anlıyor acaba :))

Mesela, şimdi durup sağınıza baktığınızda Berlin'in bir başka simgesi olan TV kulesini göreceksiniz diyor; bakıyoruz, tam dediği noktada dediği şey var. Şurada durun, ve şehrin olağanüstü manzarasının keyfini çıkartın söylemi ise tamamen yalan. Etrafta birbirinden rezil binalardan başka bir görüntü yok. Peki peki.. yeşili bol bir şehir...

Yürüme yolumuzdan ve tepeden görüntüler.



İçi dışarıdan daha ilginç.


Kubbenin ağzı açık. Yağmur giriyor, ama tabii ki belli bir amaçla ve belirli miktarda. Nemi sağlıyormuş.



Aralık ayında sana Parlamento'nun tepesinden baktık Aziz Berlin...


Yukarıdan parlamenterlerin oturduğu bölüm. Uyguladıkları şeffaf politikaya göre şeffaf her yer. Öyle deniliyor.

Tekrardan giriş katına inip birer kahve içtikten sonra - saat ancak 10.30 olmuştu - dışarı çıkıp sevgili şoförümüzle buluştuk.

Beni Berlin'de daha önce de belirttiğim gibi en çok Musevi anıtları çarptı.

En merak ettiklerimden biri de Avrupa'da Öldürülen Museviler Anıtıydı. Görmemize değdi. Çok etkilendik. Konuşamadık.

Anıt topluluğu 19.000 metre karelik bir alanda 2.711 değişik boyut ve kademede gri renkte beton küplerden oluşuyor. Tepeden, dalgalı bir görünüşe sahipmiş. Peter Eisenmann tarafından tasarlanıp yapılmış.

Görelim....






Çatlaklar oluştuğunu ve mimarıyla konuyla ilgili ortak bir çalışma yapıldığını bir yerlerde okudum.


İçim katılmışken....


Anıtın tam karşısındaki bu bina birden iyi geliverdi ruhuma.

Gürültü etmemeye çalışarak oradan ayrıldık.

Muhittin Amca bizi programda olmayan bir başka yere daha götürdü. Berlin Duvarı'nın Gestapo Merkezi olduğu bölüme... Burası da Berlin Film Festivali'nin düzenlendiği harika binanın hemen yanı başı.


Berlin Film Festivali Sarayı. Sarayı ben uydurdum... Biz oradayken İtalyan absürd yönetmen Passolini ve Viking'ler sergisi vardı. Onca dram izledikten sonra hele ki Passolini'yi hiç kaldıramayacağımızı düşünüp içeri adım bile atamadık açıkçası.


Ancak şu sütun detayını görmezden gelemedim. Zaten o kadar az var ki, gördüklerinizi fotoğraflamak istiyorsunuz.

Ve ilk Duvar deneyimimiz.




Evet, iyi soru... WHY...



Bu bölüm Gestapo'nun merkezlerinden biriymiş. Gerçekten de hücreler, duvarlardan fırlamış borular falan gördük. İşkence merkezleri değil ama...

Ben o kadar kötü oldum ki, Hülya, Ausschwitz'i görmemem gerektiğini bile söyledi. Orada bin beter olurmuşum. Herhalde....

Hayat devam ediyor. Acıktık. Muhittin Amca'nın da namaz vakti geldi. Bizi hiç bir turistin uğramayacağı, ama Camisi olan bir mahalleye götürdü. O namazını kılarken biz de pastane havasında bir yerde karnımızı doyurduk.

Devam.....

Sırada Musevi Müzesi var.




Berlin Yahudi Müzesi 2000 yıllık Alman Yahudileri anısına adanmış bir müze.

İki ayrı bölümden oluşmakta. İlki, Almanca, Kollegienhaus denilen ve 18. yüzyılda inşa edilmiş eski bir mahkeme binası, diğeri ise müze için özellikle inşa edilmiş ve Daniel Liebeskind tarafından tasarlanmış ilginç yeni bina. Burası Alman Yeniden Birleşmesi'nden sonra şehrin inşaası sırasında tamamlanmış ilk yapılardan birisi.

Kapısı 2001 yılında ziyaretçilere resmen açılmış.

İçeri girip biletlerimizi aldıktan sonra sanıyorum yanlış yönlendirildik ve farklı bir yerden müzeye girdik.


Kapısız merdiven... Çok etkilendim. Dedikleri kadar varmış Ama bizim giriş buradan olmadı. Nedense en alt kata indik. Bana kalsa bütün öğleden sonramı orada geçirirdim.



Işıklandırmanın sadece yarıklardan yapıldığı geniş bir alan. Duvarlar yüksek, beton, sıvasız, boyasız.




Yerde bozuk para gibi bütün alana saçılmış çeşitli irili ufaklı yüzler. Metalden. Gözsüz, burunsuz, ağızsız. Yüzlerce metal yüz. Alt alta, üst üste yığılmışlar. Tek hissedebildiğin korkuları. Ve sessizliğin içindeki çığlıklar. Aslında çıt çıkmıyordu da benim hissettiklerim öyle oldu işte.

Katıldım, konuşamadım, oradan ayrılamadım.


Sonunda çıkabildik. Çıkmak zorundaydık. Dilek Ağacı'na denk geldik. Hülya merdivene çıkmış, gönlünden geçeni asıyor.

Müzeyi baştan sona ayrı ayrı dolaştık. Son derece kapsamlı bir mekan. Kronoloji çok başarılı. Tek tek yaşıyor, görüyorsun.

Dışarı ilk çıkan her zamanki gibi ben oldum. Temiz havaya ihtiyacım vardı. Arkadaşım geldiğinde, temsili gaz odasını gördün mü, diye sordu... Hayır... nasıl, nerede... atlamışım. Belki de iyi yapmışım. Görmesem de olurdu.

Hava mı soğudu, yoksa içimiz mi katıldı, bilemedik.

Hadi gidelim.

Berlin'in dışına çıkarak bol ağaçlı yoldan Postdam'a gitmek çok iyi geldi ikimize de.

Yaptığı iş yol güvenliği olan arkadaşım Muhittin Amca'nın yanına oturdu. Dresden'e gideceğiz, uzun yolda nasıl araba kullanıyor, ona bakacak :) Bir ara, ya Muhittin Amca, sen sağ elini niye direksiyonda değil de kucağında tutuyorsun, diye sordu. Allah korusun, kaza anında fena olur diye de eklemişken, bizim amca yanıt verdi: İnşallah !!!! Çok şekerlerdi ama...

Postdam, Berlin'in sayfiyesiymiş.





Sarayın bahçesinde yürüdük, hayvanları ve değirmeni fotoğraflayıp şehrin merkezine yöneldik.

Sağ olsun Muhittin Amca saat konusunda hiç sorun çıkarmadı. İstediğimiz yerde istediğimiz kadar zaman geçirmemize olanak sağladı. Bizimle, onca ısrarımıza karşın hiç yemek yemedi; hep arabada bekledi.

Şehir merkezine geldiğimizde - zaten hap kadar bir yer - kendimizi yine yeniden Noel Pazarı'nın içinde bulduk.




Bu çamın arkasındaki küçük meydan kilisesinde mumlarımızı yakıp dileklerde bulunduk.




Hava karardı, artık dönsek diyoruz. Isı birden düştü ve yağmur yağıyor.

Bu geceyi otelde geçirdiğimizi, dışarı çıkmak istemediğimizi yazmıştım. Yalan.. Kim demiş onu... Yazarken aklım neredeydi acaba? Düzeltiyorum. Doğrusu aşağıdaki gibi...

Kültür Başkenti Berlin'de bir de Jazz dinleyelim demiş, resepsiyona sormuş ve Jagger Club yanıtı üzerine bu akşam için rezervasyon yaptırmıştık. Live Jazz.. Taburelerde oturacağız, kafamızı sallaya sallaya mutlu olacağız. Yemekli de olabilir denilince, yine otelden bir fiyat listesi ve mönü aldık. Hamburger, Cheeseburger.. Tamam, yeterli.

Hülya'nın asla telaffuz edemediği Kurfürstenstrasse üstünde bir yer. İçeri girdiğimizde rezervasyonumuz var dedik; istediğiniz yere oturun yanıtı aldık. Evet, tabureler vardı, ve onlara tünedik. Sahnedeki adam pek jazcı tip değil ama.. belli de olmaz der iken, o gece o mekanda sadece Karaoke yapıldığını anladık. Amaaannn...

Bir kere gelmiş olduk. Oturacağız, bir şeyler yiyeceğiz. Sahnedeki kişi hemen yanımıza gelip, sahneye davet etti. İlk sefer hep zordur, hadi, dedi. Teşekkür ettik. Biz turistiz dedik. Ne alakaysa. Hatta daha da iyi ya. Müşterilerden 2 kişi dışındakilerin ses ve performansları içler acısıydı. O kadar ki, hadi Banu, çık sahneye, döktür bir James Taylor bestesi olan You've Got a Friend'i bile dedirttiler bana. Yapmadım.

2 saat sonra sıkıldık ve çıktık. Aklımızda olan ve o güne kadar yapamadığımız - kimse yapmadığından gerçekleştirememiştik -  bir başka şeyi Berlin'in en ışıklı caddesinde hayata geçirdik. Sokak ortasında dans ettik.


Sonra da otelimize geri dönüp uyuduk.

Bir seferde yazmayı planladığım Berlin'de II. bölümü de bitirdim. Ve daha yazacak bir sürü gün var.

Ah bir de şu cep telefonumu İstanbul'da unutmasaydım ya :))

Sürecek....


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder