Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

24 Şubat 2013 Pazar

Bursa Günlüğü

Şunu farkettim; eğer herhangi bir yurtdışı gezim yoksa, ayda en az iki kere hafta sonları bir yerlere kaçmak istiyorum.

Sosyal meydadan Allah razı olsun, geçenlerde Bursa yakınlarında bulunan Misi Köyü'nü keşfettim. Yayımlanan fotoğraflara bayıldım ve hemen o yöreye fotoğraf çekmeye gitmek geldi aklıma. Aynı hobileri paylaşan diğer iki arkadaşımla birlikte tarihi saptadık ve 22 Şubat 2013 Cuma sabahı arabayla yola çıktık.

Yıllar evvel ilk kez İznik'e gittiğimde gerçekten çok beğenmiştim ve bende izler bırakmıştı. Vaktimizin bolluğundan yararlanalım dedik ve rotamızı önce İznik'e çevirdik.

İznik ismi, eski adı olan Nikéa'dan gelmekte. Dönemde yaygın bir değiştirme kuralına göre Rumca adın önüne, "sur içinde" anlamında olan is eki getirilerek İsnikéa adı, Türkçede İznik olmuş. 

Burada ilk yerleşimin M.Ö. 2500 yıllarına kadar uzandığı sanılır. 

Büyük İskender, Bithynia Krallığı, ve Romalılar tarafından ele geçirilip, önemli bir yerleşim olarak varlığını sürdürür.

Hıristiyanlık için çok önemli olan Birinci Konsül, I.Konstantinin de katılımıyla burada toplanıp, Nikaia Kanunları adıyla bilinen metin kabul edilir. 

Selçuk ve Osmanlıların da başkenti olan İznik sanat, ticaret ve kültür merkezi olur. Dünyaca ünlü çini ve seramikler üretilir.

Osmanlı dönemine ait ilk cami, medrese ve imareti burada inşa edilir.

Acaba bir zamanlar beğendiğimiz yerleri anılarımızda mı bırakmamız gerekiyor? Leman Sam bir şarkısında, ey yıllar yenilmedik sana, diyordu; ama şehirler bu şarkıdan haberdar değiller...

O surların ihtişamını bu sefer bulamadım. Bir zamanlar saatlerimi geçirdiğim Çiniciler Sokağı iki adımda bitiverdi.





Göl kenarında bir Cafe'de çayımızı, kahvemizi içtikten sonra beldeyi şöyle bir turlayıp, bir arkadaşımızın sosyal meyda üzerinden tavsiye ettiği üzre, Köfteci Yusuf'da iki porsiyon köfte, bol soğanlı piyazımızı yiyip, iki kangal sucuğumuzu da satın alıp, dönüş yoluna geçtik.

Hadi dedik, yoldaki kırmızı tabelaları izleyip kaybolalım... Amacımız bir mezar bulmak iken - zira öyle bir tabela vardı,




yukarıdaki anıt ağaçla karşılaştık.

Memlekette tabela eksikliği var. Şehirler tabela kirliliğinden yıkılırken, gitmek istediğiniz yerlere ait tabelalar etrafta hiç görünmüyorlar!!!

Epey bir döndük... dolandık... ve bir baktık ki, biz çoktaaan, hiç farkına bile varmadan Bursa istikametine girmişiz.

Şansı zorlamanın bir anlamı yok...

Bursa'daki oteli çok beğendim. Botanik bahçesinin içinde, eski Türk evleri tarzında inşa edilmiş yapılar grubunun bir parçasıydı.



Oda sıcaklığı yüz derece olmasaydı, ve o yöreye, o mimariye pek bir uyacak şık, çıtır çıtır kütüklerin yandığı bir şöminesi olsaydı daha da güzelleşecekti.

Akşam yemeğimizi otelde yedik. Lütfen çok sıcak olsun dediğim çorba ılık geldi. Ama gitarist şantöz Levent Yüksel'den Med Cezir'i söyleyiverince pek bir gevşeyip, hiç farkına varmadan iki duble rakımı içivermişim!!!

Bir de Candan Erçetin'in Bahar şarkısı eşliğinde Pınar'la Klasiğimizi oynayıverdik; yan masadaki on-on iki kişilik erkek topluluğundan iki adet kırmızı karanfilimizi aldık; herkes gittikten sonra orda birer sigaramızı da tüttürdük ve ben Pınar'a iyi geceler deyip odama çıktım. Pınar, onun yalancısıyım, gözlerimle görmedim; ben gittikten sonra aşağıda tek başına Zeybek oynamış.... Yapar.

23 Şubat Cuma sabahı kahvaltımızı ettikten sonra, Misi Köyünün yol tarifini aldık.

Yörelere özgü kelimelere bayılıyorum... "Batçık" da Bursa'nın bir güzelliği... Yani kısaca, köprülerin altından geçen yollar.. batıp çıkıyorsun!!! İşte bu batçıklardan birinin başında İstanbul'dan o sabah yola çıkmış olan diğer arkadaşlarla buluşup Misi'ye doğru yola çıktık.

Bursa merkeze on iki kilometre uzaklıktaki Nilüfer ilçesine bağlı ve ilk adının Mysia olduğu sanılan Misi köyünün çok eski bir yerleşim yeri olduğu, en az iki bin yıllık, bilinmekte. 

M.S. 183 yılında Alex isimli bir keşişin seksen beş kişilik maiyetiyle Hırisiyanlığın öncüleri olarak buraya gelip yerleştikleri, İncil tartışması yaptıkları kayıtlarda mevcut.

Misi köyünün asma yaprağı, misket üzümü, pekmezi ve şarabı çok ünlü. 

Yakın bir geçmişe kadar ipek böcekçiliği ve ipekçilik, şarapçılıktan sonra köyde en önemli gelir kaynaklarından biri. O kadar ki, Misi evlerinin geniş sundurmaları ipek böcekçiliğine göre inşa edilmiş. Bu evler 1989 yılında kentsel sit alanı olarak koruma altına alınmış.

Dere kenarındaki kahvelerden birinde konuşlanıp yine çay ve yine kahve muhabbetinden sonra köye dağıldık.





Memlekette nereleri var.....

Misi ayrıcana bir kedi ve köpek cenneti... Yerim onu, bir tane de koyun sevdim..





Horoz da sıkı horozdu bu arada.....  Pek bir tabiatına uyanını yaptı:))


"Sahibine" göre bu pisiler pek bir avcıymışlar. Fare, yılan yakalamada üstlerine yokmuş Doğrudur valla.


Bu güzelle olan ilişkimin sonunu beni tanıyanlar iyi ve en doğru şekilde tahmin edebilirler!!!!!

Yasemin ve Serdar'la köyü bayağı bir tavaf ettik. Pınar bizden ayrı "çıkmayı" tercih etti.

Köylülerin bana göre en sakat yerleri dişleri. Her yerleri sapasağlamdır; ama ağızlarında diş yoktur. Galiba musluk suyu içmekten dolayı böyle.

+ yetmiş yaşında dedeler odunda, nineler tarlada ekip biçiyorlar. Köyde hummalı bir çalışma var. Eski evler onarılıyor. Yollar karga tulumba misali. Yokuşlar, inişler, insanlar, bacalardan tüten odun kokusu... Keyif, huzur, sağlık.





Bu nene hatun çok güldürdü bizi. Pınar'la karşılaşmış; şapkalı bir kız bol bol fotoğrafımı - o fotoğraf değil de, resim dedi -çekip çekip, şımardı şımardı, sen Atatürk gibi kadınsın, deyip gitti dedi..

Tekrardan dere başına indiğimizde artık iyiden acıkmıştık. Grup bir araya toplanıncaaaaaaa...............




sucuklu gözlemelerimizi yiyip,



Pınar'a kahve telvesinde geleceğimizi okutup.....
Ama lakin köy meydanında bir sirtaki yapamadan.......

Cumalıkızık'a doğru gitmek üzere Misi'den ayrıldık.



Normal şartlarda taş çatlasa yarım saatte varabileceğimiz Cumalıkızık'a beş ayrı benzincideki on değişik benzinci çalışanının hatalı tarifleri yüzünden birbuçuk saatte varabildik. Deli olduk, sinir olduk, saçlarımız tel tel oldu. Hava kararmaya yüz tutmuşken ilçeye tekerleğimiz değdi.

BAYILDIK.. BİTTİK.... Bütün hırçınlığımız yerini yeniden huzura bıraktı.

Köyün kuruluşu tahmini 1300'lü yıllara denk gelmekte.

Uludağ etekleri ile vadiler arasında sıkışıp kalmış köylere "kızık" adı verilmiş. Diğer kızık köylerinde yaşayanların eskiden cuma namazı için toplandıklarından buranın Cumalıkızık diye anıldığı söylenir. İsmiyle ilgili bir başka söylence de, Osman Bey'in köyün kurulduğu günün Cuma olması sebebiyle bu adı vermiş olması.

Köyde Osmanlı döneminden kalma cami, çeşme ve tek kubbeli hamam; Bizans dönemindense bir de kilise kalıntısı bulunmakta.

Kesinlikle tam bir gün ayrılması gereken bir yer. Orada geçirdiğimiz, geçirebildiğimiz iki saat asla yetmedi.
Bir daha gidilecek, o kesin.








Salçalara, tarhanalara, reçellere fazla yüz vermeden.. aralarından yaz kış suların aktığı kocaman taşlı sokaklarda yürüyerek, fotoğraflayarak dolaştıktan sonra, Cumalıkızık Kadınları Dayanışma Merkezi'nde çayımızı içip - bu kadar çay içerek ben yılların rekorunu kırdım bu arada - saat beş buçuk gibi şehre dönüş için yola çıktık.

Yollarda yine telef olmamak için, yöreye hakim Serdar'ın peşin sıra İstanbul ayrımına kadar geldik, kornalarımızla birbirimize iyi yolculuklar diledik; ah tabii ki Kafkas'dan kestane şekerimizi aldıkkkkk veeee tam üç saat sonra evdeydik.

Başka bir gezimde yeni anılarımı paylaşmak üzere.....



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder