Bir gün uyandım ve ben İran'a gitmek istiyorum dedim. Hülya'ya sordum. Ben de epeydir düşünüyordum deyince, en doğru tercihi yapıp, ülkeye sonuna kadar hakim tur ve rehberine kaydımızı yaptırdık.
Özellikle bayanlar, gidip görene kadar kıyafet konusunda çok tereddütte kalıyorlar. Ne kadar anlatırsak anlatalım, yazalım işe yaramıyor. Ama yine de yazacağım: Bayanlar, abartmayın. Tayt olmamak şartıyla her tür pantolon serbest. Rahat edebilirseniz, yere kadar uzun etek de giyebilirsiniz. Ayakkabılarda hiç bir sorun yok. Topuklarınız, ayak parmaklarınız görülebilir. Kırmızı ojeli bile olabilirsiniz - el ve ayak dahil. Tek sorun boyun-popo/kalça arası... Onlar kapanacak. Uzun kollu - maalesef... Boğazıma kadar kapanamam diyenlerdenseniz, içinize bir t-shirt, üstüne göğüs altına kadar iliklenmiş uzun kollu gömlek yeterli. Ve de baş örtüsü. Ondan kaçış hiç yok. Bir örtü olsun da, kapalıymış gibi olsun da yeter havasında... Gevşek gevşek.... sık boğaz olmadan... Çarşaf mecburi değil. Sadece bir mekanda giymek mecburiyeti var; o mekana da ben girmedim. Çarşafa giremediğimden mekanı reddetmek zorunda kaldım. Pişman değilim.
Hülya ile en kapalı halimiz yukarıdaki fotoğraflardan anlaşılabilinir.
Tesettürlü grup kadınları....
Sevimli mi, hayır değil... Otel odasının dışında her an takmak zorundasın. Tahran'a geldiğimizde uçakta örttük başımızı, arkadan erkekler bağırıyor: Karım nerde.. tanıyamıyorum, bulamıyorum :))
Dönüşte de İstanbul uçağına bindiğimiz an ilk işimiz eşarpları çıkarıp uzun gömleklerden kurtulmak oldu.
Ama değdi.
Başkent Tahran olmak üzere tüm ülke pırıl pırıl. Yerlerde bir çöp göremiyorsunuz. 2 adımda 1 çöp kutusu var.
Şaka gibi, ama korna sesi yok!!!
Düzenli, saygılı bir trafik.
Park, yeşillik, park. Bir Avrupa ülkesinden hiç bir farkı yok.
Tahran'ın orta yerinde bir heykel. Çocuk ve ağaç...
Bu parklarda yerel yönetimler özel oturma yerleri yapmış, bir de mangal koymuş. İsteyenler oralara gidip etini kızartıp, sohbet edip akşama kadar vakit geçirebiliyor.
İnsanların gelip vakit geçirdikleri mekanlar.
İranlılar saygılı, güleryüzlü.
Gezdiğimiz her müzede öğrenci gruplarıyla karşılaşmak hepimizi çok şaşırttı. Özellikle kız öğrencilerin çoğunluğu olağanüstüydü.
Hülya'nın kız çocuklarıyla çocuklaştığının harika bir fotoğrafı.
Anneleri, Şah döneminde büyümüş kızlarla yeni dönem ailelerin kızları arasındaki fark ayan beyan da ortada.
Geçmişlerine duydukları saygıya hayran kalıp, ben de onlara saygı duydum.
Ben bugüne kadar bu kadar güzel ayna işçiliğine başka hiç bir yerde rastlamadım.
Tahran'da Gülistan Sarayı Kaçar Hanedanı dönemine ait. Pehlevi Hanedanlığı döneminde resmi törenler ve yabancı heyetlerin ikametleri için kullanılmış. Günümüzde müze olarak işlevine devam ediyor.
Niavaran Sarayı Şah Rıza Pehlevi dönemine ışık tutan önemli yapılardan biri. Ailenin uzun yıllar yaşadığı yer.
Ben de delinin tekiyim!!! Sarayda insanların yatak odalarını vs gezmedim. Özel yerlerinde ne işim var diye düşündüm. Delilik dedim, değil mi??
Paris'te mimari okurken İran'a imparatoriçe olan Farah Pehlevi'nin ince zevki her yerde kendini göstermiş. Üniversiteden arkadaşları olan Fransız mimarları ülkeye getirterek çok güzel eserler bırakmış ardında.
Bu saraya da yabancı konuklar için büyük bir "bar" yaptırmış. Bugün, bar, bardaklar, karaflar olduğu gibi duruyorlar. Hiç biri kırılmamış, dökülmemiş.
Ve böyle bir eş için Rıza Pehlevi, çocuklarımın annesi derken, Süreyya için, hayatımın kadını ifadesini kullanırmış....
Ve de gururlu ve de kendinden emin İran.... Otobüs camından çekilmiştir.
Ulusal Hazine Tahran'da gezdiğimiz bir başka müzeydi. Tam bir yer altı kasası olarak inşa edilmiş. Çok yoğun güvenlik önlemlerinden sonra içeri giriliyor. Yanınızda bırakın minnacık bir çantayı, veya fotoğraf makinesini, güneş gözlüğüyle bile girmek yasak.
İslamiyet Devrimi öncesinde "Kraliyet Mücevherleri Müzesi" olarak anılan müze 1937 yılında kurulmuş. Günümüzün uzmanlarına göre burada sergilenen hazine bütün olarak dünyanın en zengin ve değerli koleksiyonu.
Adamlar haklı.... Gördüklerimiz karşısında uçukladık....
Afgan saldırıları sırasında Hindistan'a kaçırılan hazine Nadir Şah Afşar tarafından para karşılığı geri alınmış.
Bugünkü müze 1956 yılında kurulmuş. 5 yıl sonra Merkez Bankası kurulunca hazine de bankaya devredilmiş.
İranlı çocuklar önce müze geziyorlar, geçmişlerini öğreniyorlar, sonra da ergenliğe vardıklarında okuyorlar. Kitap okuyorlar.
Meydanda bir merdiven üstünde okuyor.
Kütüphanede çalışıyor.
Devlet uzunca bir süre kız ile erkek çocuğu bir araya getirmiyor. Herkes kendi okulunda okuyor. Ancak - burada çok emin değilim - lise çağlarında karma okul sistemine geçiliyor. Ve ufak ufak sevgililik halleri başlıyor.
Fotoğraf çektiğimin farkında bile değillerdi. Sonra gösterdim. Sevindiler, korkmadılar....
Ülkede cep telefonu kullanımı tavan yapmış vaziyette. 7'den 70'e herkesin elinde bir tane var. Konuşuyorlar, konuşuyorlar. Sosyal medya yasak olduğundan, konuşuyorlar. Haklılar....
Bu fotoğrafı İsfahan'da çektim. O şehri ayrı bir bölümde uzun uzun yazacağım; öyle 2 satırla geçiştirilecek bir yer değil zira. Ama bu fotoğraf özel. İran'a özgü olduğu için bu bölüme aldım. Şansınız varsa, köprü altında gazel söyleyenlere rastlarsınız demişlerdi. Bize denk geldi. Çok keyifliydi.
Tahran'dan ayrılıp Meşhed'e uçtuk.
Meşhed Nişabur güzergahında, Hazreti Ali'nin son görüldüğü yer olarak varsayılan ve ayak izinin bulunduğu önemli bir ibadet yeri olan Gademgâh'ı gezdik. Mahşeri bir kalabalık vardı. Kadınlar, fotoğrafta da görüldüğü üzere siyah çarşaflı. Ama bize öyle bir zorunluluk yoktu.
Gademgâh'ta kadınlar bölümünde çıkışı bulmamıza yardımcı olan İranlı kadınlardan biri. Elinde tuttuğu tüylü şeyi her yerden görmek mümkündü....
Fotoğrafının çekildiğini biliyordu, hiç zorluk çıkartmadı.
Feridüddin Attar Anıt Mezarı. Kendisi ünlü bir İranlı şair ve mutasavvıftır. Hekim ve eczacı olmasından dolayı Attar olarak anılır.
Ömer Hayyam'ın Anıt Mezarı.
Hayyam kelimesi çadır yapan anlamına geldiğinden gökyüzüne uzanan geometrik kafes çizgileri de bir çadırı andırır. Uzaktan bakıldığında ise, mozoleyi ters kapatılmış bir içki kadehine benzetmek de mümkün...
İran'ın en önemli ulusal değerlerinden biri olarak kabul gören Firdevsi'nin Anıt Mezarı. İran ulusunun kökeninin anlatıldığı Şahname kendisinin en önemli eseri. Bu epik destan, İran'da hâlâ tüm vatandaşların ortak paydası.
Heykel ünlü bir İranlı heykeltraş tarafından yapılmış.
Anıt mezar, Muhammed Rıza Şah döneminde Ahameniş İmparatorluğunun kurucusu Kuroş'un mezarından esinlenen çizgilerle yeniden inşa edilmiş. Üstünde Şahname'nin önemli bölümleri anlatılmakta.
Evet, uzun bir giriş yazısı oldu.
İran yemekleri genelde et ağırlıklı. Güzel bir kebapları var; mümkünse başka bir şey denemeyin... Açık büfe şeklinde hazırlanmış güzel ve zengin bir salata ve meze büfeleri de sizi doyurur. Ve tabii ki pilavları... Her türlüsünü denedik. Benim en çok safranlı ve bol dereotlu olanı hoşuma gitti. Hatta geçenlerde, aman bunda ne var ki, ben de yaparım diyerek otluyu denedim; ocaktan aldıktan 2 saat sonra dereotları bir su saldı ki anlatılmaz. Demek ki ben de yapamazmışım....
Kimi lokantalarda akşamları canlı müzik oluyormuş. Öyle bir yerde bizim grupları en görünmez yerlere oturtuyorlarmış. Sebebi bizim kadınların müzik çalmaya başlar başlamaz oynamaya - yerlerinde tabii - başlamasıymış. Yasak ya.. Adamlar mekan kapatılacak diye korkudan ölüp ölüp diriliyormuş.
Bir öğlen yemeğinde ben de şahit oldum. İçeri girdiğimizde, "Emmoğlu" Türkçe olarak İranlı biri tarafından okunuyordu. Hepimizde şekil aynıydı: Eller ve kollar kurbağalama yüzer pozisyonunu almıştı:))
Bu geziye çıkacağımı duyan ve önceden gezmiş olan bütün arkadaşlarım, ezberin bozulacak, demişlerdi. Çok açıkçası, benim buraya kadar yazdığım, gördüğüm yerlerde ezberim falan bozulmadığı için sinirim bozuldu :)) Hülya da benimle aynı fikirdeymiş; onu öğrenince bir rahatladım.
Buralardan sonra gittiğimiz Şiraz'da şöyle bir afalladık; Yezd'de ayağımız dolandı; Persepolis'te kendimizden geçip İsfahan'da ezberi tamamen bozduk.
Çok şanslı bir gruptuk ama.
Mustafa Kesim zaten fevkaladenin de fevkinde bir rehber. Grupta Hindistan, Myanmar, İzlanda ve Kuzey Avrupa gezi gurusu İlknur Akman'da olunca sık sık Şii/Hinduizm benzerliklerini 2 ustadan dinlemek şansına sahip olduk. İlknur, sakın estağfurullah falan yazma, silerim :))
Son cümleler olarak.....
Farrevahar.... yani Doğru Düşün, Doğru Konuş, Doğru Yap felsefesini içselleştirmiş, özümsemiş İran'dan, İran halkından kendi adıma özür diliyorum.
İran'ı Yemen'le bir tuttuğum için özür diliyorum.
Bu kadar ön yargılı olduğum için özür diliyorum.
Özür dilerim.
Çok yanılmışım.
Bundan sonraki yazılarda sizin de ezberinizi bozmaya çok niyetliyim.
İyi kalın, sağlıkta kalın.
Özellikle bayanlar, gidip görene kadar kıyafet konusunda çok tereddütte kalıyorlar. Ne kadar anlatırsak anlatalım, yazalım işe yaramıyor. Ama yine de yazacağım: Bayanlar, abartmayın. Tayt olmamak şartıyla her tür pantolon serbest. Rahat edebilirseniz, yere kadar uzun etek de giyebilirsiniz. Ayakkabılarda hiç bir sorun yok. Topuklarınız, ayak parmaklarınız görülebilir. Kırmızı ojeli bile olabilirsiniz - el ve ayak dahil. Tek sorun boyun-popo/kalça arası... Onlar kapanacak. Uzun kollu - maalesef... Boğazıma kadar kapanamam diyenlerdenseniz, içinize bir t-shirt, üstüne göğüs altına kadar iliklenmiş uzun kollu gömlek yeterli. Ve de baş örtüsü. Ondan kaçış hiç yok. Bir örtü olsun da, kapalıymış gibi olsun da yeter havasında... Gevşek gevşek.... sık boğaz olmadan... Çarşaf mecburi değil. Sadece bir mekanda giymek mecburiyeti var; o mekana da ben girmedim. Çarşafa giremediğimden mekanı reddetmek zorunda kaldım. Pişman değilim.
Hülya ile en kapalı halimiz yukarıdaki fotoğraflardan anlaşılabilinir.
Tesettürlü grup kadınları....
Sevimli mi, hayır değil... Otel odasının dışında her an takmak zorundasın. Tahran'a geldiğimizde uçakta örttük başımızı, arkadan erkekler bağırıyor: Karım nerde.. tanıyamıyorum, bulamıyorum :))
Dönüşte de İstanbul uçağına bindiğimiz an ilk işimiz eşarpları çıkarıp uzun gömleklerden kurtulmak oldu.
Ama değdi.
Başkent Tahran olmak üzere tüm ülke pırıl pırıl. Yerlerde bir çöp göremiyorsunuz. 2 adımda 1 çöp kutusu var.
Şaka gibi, ama korna sesi yok!!!
Düzenli, saygılı bir trafik.
Park, yeşillik, park. Bir Avrupa ülkesinden hiç bir farkı yok.
Tahran'ın orta yerinde bir heykel. Çocuk ve ağaç...
Bu parklarda yerel yönetimler özel oturma yerleri yapmış, bir de mangal koymuş. İsteyenler oralara gidip etini kızartıp, sohbet edip akşama kadar vakit geçirebiliyor.
İnsanların gelip vakit geçirdikleri mekanlar.
İranlılar saygılı, güleryüzlü.
Gezdiğimiz her müzede öğrenci gruplarıyla karşılaşmak hepimizi çok şaşırttı. Özellikle kız öğrencilerin çoğunluğu olağanüstüydü.
Hülya'nın kız çocuklarıyla çocuklaştığının harika bir fotoğrafı.
Anneleri, Şah döneminde büyümüş kızlarla yeni dönem ailelerin kızları arasındaki fark ayan beyan da ortada.
Geçmişlerine duydukları saygıya hayran kalıp, ben de onlara saygı duydum.
Ben bugüne kadar bu kadar güzel ayna işçiliğine başka hiç bir yerde rastlamadım.
Tahran'da Gülistan Sarayı Kaçar Hanedanı dönemine ait. Pehlevi Hanedanlığı döneminde resmi törenler ve yabancı heyetlerin ikametleri için kullanılmış. Günümüzde müze olarak işlevine devam ediyor.
Niavaran Sarayı Şah Rıza Pehlevi dönemine ışık tutan önemli yapılardan biri. Ailenin uzun yıllar yaşadığı yer.
Ben de delinin tekiyim!!! Sarayda insanların yatak odalarını vs gezmedim. Özel yerlerinde ne işim var diye düşündüm. Delilik dedim, değil mi??
Paris'te mimari okurken İran'a imparatoriçe olan Farah Pehlevi'nin ince zevki her yerde kendini göstermiş. Üniversiteden arkadaşları olan Fransız mimarları ülkeye getirterek çok güzel eserler bırakmış ardında.
Bu saraya da yabancı konuklar için büyük bir "bar" yaptırmış. Bugün, bar, bardaklar, karaflar olduğu gibi duruyorlar. Hiç biri kırılmamış, dökülmemiş.
Ve böyle bir eş için Rıza Pehlevi, çocuklarımın annesi derken, Süreyya için, hayatımın kadını ifadesini kullanırmış....
Ve de gururlu ve de kendinden emin İran.... Otobüs camından çekilmiştir.
Ulusal Hazine Tahran'da gezdiğimiz bir başka müzeydi. Tam bir yer altı kasası olarak inşa edilmiş. Çok yoğun güvenlik önlemlerinden sonra içeri giriliyor. Yanınızda bırakın minnacık bir çantayı, veya fotoğraf makinesini, güneş gözlüğüyle bile girmek yasak.
İslamiyet Devrimi öncesinde "Kraliyet Mücevherleri Müzesi" olarak anılan müze 1937 yılında kurulmuş. Günümüzün uzmanlarına göre burada sergilenen hazine bütün olarak dünyanın en zengin ve değerli koleksiyonu.
Adamlar haklı.... Gördüklerimiz karşısında uçukladık....
Afgan saldırıları sırasında Hindistan'a kaçırılan hazine Nadir Şah Afşar tarafından para karşılığı geri alınmış.
Bugünkü müze 1956 yılında kurulmuş. 5 yıl sonra Merkez Bankası kurulunca hazine de bankaya devredilmiş.
İranlı çocuklar önce müze geziyorlar, geçmişlerini öğreniyorlar, sonra da ergenliğe vardıklarında okuyorlar. Kitap okuyorlar.
Meydanda bir merdiven üstünde okuyor.
Kütüphanede çalışıyor.
Devlet uzunca bir süre kız ile erkek çocuğu bir araya getirmiyor. Herkes kendi okulunda okuyor. Ancak - burada çok emin değilim - lise çağlarında karma okul sistemine geçiliyor. Ve ufak ufak sevgililik halleri başlıyor.
Fotoğraf çektiğimin farkında bile değillerdi. Sonra gösterdim. Sevindiler, korkmadılar....
Ülkede cep telefonu kullanımı tavan yapmış vaziyette. 7'den 70'e herkesin elinde bir tane var. Konuşuyorlar, konuşuyorlar. Sosyal medya yasak olduğundan, konuşuyorlar. Haklılar....
Bu fotoğrafı İsfahan'da çektim. O şehri ayrı bir bölümde uzun uzun yazacağım; öyle 2 satırla geçiştirilecek bir yer değil zira. Ama bu fotoğraf özel. İran'a özgü olduğu için bu bölüme aldım. Şansınız varsa, köprü altında gazel söyleyenlere rastlarsınız demişlerdi. Bize denk geldi. Çok keyifliydi.
Tahran'dan ayrılıp Meşhed'e uçtuk.
Meşhed Nişabur güzergahında, Hazreti Ali'nin son görüldüğü yer olarak varsayılan ve ayak izinin bulunduğu önemli bir ibadet yeri olan Gademgâh'ı gezdik. Mahşeri bir kalabalık vardı. Kadınlar, fotoğrafta da görüldüğü üzere siyah çarşaflı. Ama bize öyle bir zorunluluk yoktu.
Gademgâh'ta kadınlar bölümünde çıkışı bulmamıza yardımcı olan İranlı kadınlardan biri. Elinde tuttuğu tüylü şeyi her yerden görmek mümkündü....
Fotoğrafının çekildiğini biliyordu, hiç zorluk çıkartmadı.
Feridüddin Attar Anıt Mezarı. Kendisi ünlü bir İranlı şair ve mutasavvıftır. Hekim ve eczacı olmasından dolayı Attar olarak anılır.
Ömer Hayyam'ın Anıt Mezarı.
Hayyam kelimesi çadır yapan anlamına geldiğinden gökyüzüne uzanan geometrik kafes çizgileri de bir çadırı andırır. Uzaktan bakıldığında ise, mozoleyi ters kapatılmış bir içki kadehine benzetmek de mümkün...
İran'ın en önemli ulusal değerlerinden biri olarak kabul gören Firdevsi'nin Anıt Mezarı. İran ulusunun kökeninin anlatıldığı Şahname kendisinin en önemli eseri. Bu epik destan, İran'da hâlâ tüm vatandaşların ortak paydası.
Heykel ünlü bir İranlı heykeltraş tarafından yapılmış.
Anıt mezar, Muhammed Rıza Şah döneminde Ahameniş İmparatorluğunun kurucusu Kuroş'un mezarından esinlenen çizgilerle yeniden inşa edilmiş. Üstünde Şahname'nin önemli bölümleri anlatılmakta.
Evet, uzun bir giriş yazısı oldu.
İran yemekleri genelde et ağırlıklı. Güzel bir kebapları var; mümkünse başka bir şey denemeyin... Açık büfe şeklinde hazırlanmış güzel ve zengin bir salata ve meze büfeleri de sizi doyurur. Ve tabii ki pilavları... Her türlüsünü denedik. Benim en çok safranlı ve bol dereotlu olanı hoşuma gitti. Hatta geçenlerde, aman bunda ne var ki, ben de yaparım diyerek otluyu denedim; ocaktan aldıktan 2 saat sonra dereotları bir su saldı ki anlatılmaz. Demek ki ben de yapamazmışım....
Kimi lokantalarda akşamları canlı müzik oluyormuş. Öyle bir yerde bizim grupları en görünmez yerlere oturtuyorlarmış. Sebebi bizim kadınların müzik çalmaya başlar başlamaz oynamaya - yerlerinde tabii - başlamasıymış. Yasak ya.. Adamlar mekan kapatılacak diye korkudan ölüp ölüp diriliyormuş.
Bir öğlen yemeğinde ben de şahit oldum. İçeri girdiğimizde, "Emmoğlu" Türkçe olarak İranlı biri tarafından okunuyordu. Hepimizde şekil aynıydı: Eller ve kollar kurbağalama yüzer pozisyonunu almıştı:))
Bu geziye çıkacağımı duyan ve önceden gezmiş olan bütün arkadaşlarım, ezberin bozulacak, demişlerdi. Çok açıkçası, benim buraya kadar yazdığım, gördüğüm yerlerde ezberim falan bozulmadığı için sinirim bozuldu :)) Hülya da benimle aynı fikirdeymiş; onu öğrenince bir rahatladım.
Buralardan sonra gittiğimiz Şiraz'da şöyle bir afalladık; Yezd'de ayağımız dolandı; Persepolis'te kendimizden geçip İsfahan'da ezberi tamamen bozduk.
Çok şanslı bir gruptuk ama.
Mustafa Kesim zaten fevkaladenin de fevkinde bir rehber. Grupta Hindistan, Myanmar, İzlanda ve Kuzey Avrupa gezi gurusu İlknur Akman'da olunca sık sık Şii/Hinduizm benzerliklerini 2 ustadan dinlemek şansına sahip olduk. İlknur, sakın estağfurullah falan yazma, silerim :))
Son cümleler olarak.....
Farrevahar.... yani Doğru Düşün, Doğru Konuş, Doğru Yap felsefesini içselleştirmiş, özümsemiş İran'dan, İran halkından kendi adıma özür diliyorum.
İran'ı Yemen'le bir tuttuğum için özür diliyorum.
Bu kadar ön yargılı olduğum için özür diliyorum.
Özür dilerim.
Çok yanılmışım.
Bundan sonraki yazılarda sizin de ezberinizi bozmaya çok niyetliyim.
İyi kalın, sağlıkta kalın.