Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

14 Mayıs 2015 Perşembe

Salzburg

Avusturya Liseli olmak mı, o Alman terbiyesinin iliklerimize kadar işlenmiş olması mı yoksa ele güne karşı "ben bilgisayar kullanmasını biliyorum; gerekli her işimi oradan yapıyorum" ukalalığı mı bilmiyorum; Viyana - Salzburg tren biletini aylar öncesinden internetten aldım. Hızlı treni tercih ettiğimden, diğer trenlere nazaran biraz daha pahalıya mal oldu. Sadece günü birlik gezi olacağından, vaktimizi daha iyi geçirir, daha çok yer görebiliriz diye düşündüm. ÖBB ile Viyana-Salzburg-Viyana için kişi başı 77 € ve yer rezervasyonu için de 3.50 € ödedik. Masalı koltuklarımıza kurulup 2.5 saatte Salzburg'a ulaştık. Önemli not, Salzburg'a trenler Westbahnhof'tan kalkıyor.

Şehrin içi trafiğe kapalı alan olduğundan istasyonda başladığımız yürüyüş; ufak tefek molalar dışında trene dönene kadar sürdü.

Çocuk kitapları bu şehirlerde yazılmış olmalı. Kek evler, krema kaplı çatılar falan buralardan çıkmış sanki. O kadar minik, sevimli, renkli, romantik. Yerel halkın bir bölümü yerel kıyafetleriyle sokaklarda dolaşıyor mesela. Yok, bilet falan satmıyorlar. Alış verişten eve gidiyorlar, veya arkadaşlarıyla bir yerde kahve içiyorlar. Bir orta çağ şehri masallardan fırlayıp önünüze dikilmiş.

Alp dağlarının eteğinde, Salzach Nehri'nin kıyısında kurulmuş Salzburg. Küçük bir kent. Sadece Orta çağ ve Yeni çağ'ı yaşamamış. Nazi işgalini de görmüş. Sinagoglar yıkılmış, toplama kampları kurulmuş. 2. Dünya Savaşı bombardımanları şehrin neredeyse yarısını yok etmiş. Aldığı tüm yaralara rağmen Salzburg, Avrupa'nın en görülesi kentlerinden biri olmayı başarmış.

Barok mimari şehrin özü. Bunun en güzel örneklerinden birisi de Mirabell Sarayı ve Bahçeleri. 1606 yılında inşa edilen yapı dev Papagena çeşmesi, Reubens ve Bernini'nin kış bahçesini süsleyen resimleri, sütunlar üstünde yükselen 17'nci yüzyıldan kalma Roma tanrısı heykelleriyle Rönesans mimarisinin başyapıtlarından biri. Mozart'ın bir çok eseri de ilk kez burada seslendirilmiş; Hitler'in kız kardeşi Führer'in de katıldığı törenle bu sarayda evlenmiş ve Neşeli Günler filminin bir çok sahnesi de 1965 yılında burada çekilmiş. Unesco tarafından Dünya Mirası Listesine kabul edilmiş Salzburg'un önemli bir kilometre taşı.




Bahçe ve heykellerden örnekler.


Her şeyin klasik olduğu bir bahçede, binada böyle bir tasarım. Hayır, göze batmıyor.


Olmasaymış daha iyi olurmuş. Silmemişler de.

Bir kaç düğüne denk geldik.


Arabaların arkalarına 2 tane teneke kutu bağlayıp tangırtacaklarına böyle flamaları tercih etmişler. Ama gelinler inanılmaz kiloluydu... gözlerimize inanamadık. Galiba doğum işlerini falan hallettikten sonra incecik olmaya karar veriyorlar. Kocalar, "ama ben seni böyle sevmemiştim ki" dese, kesinlikle haklı çıkarlar.


Bisiklet cennetindesiniz veya bisiklete binmek yasak değildir heykeli eski şehrin girişinde yerini almış. Daracık sokaklarda yürüyen, fotoğraf çeken, atıştıran, alış veriş yapan yüzlerce turist yüzünden yerel halkın bisiklete binme özgürlükleri kesinlikle ellerinden alınmış halde.




Köprü üstündeki "aşk kilitleri". Ne çok kişi sıkı sıkı kapatıp anahtarı nehre atmıştır....


Bunlar da, umudunuzu asla kaybetmeyin kilitleri :))

Kahve içmek üzere girdiğimiz Mozart Cafe'nin 1600'lü yıllarda şehrin  ilk Satranç Klübü olduğunu okuduk.

Ve şehrin güzelim ferforjeleri.


Berber dükkanı.....





Bazıları yukarıdaki fotoğraftaki gibi oldukça iddialı; ama gözü yormuyor, insanı rahatsız etmiyor.


Mc Donalds'ın dünya üstündeki mağaza zincirleri arasında levhası ferforje olan tek yeri. Başka türlüsüne izin verilmiyor zira.


Anahtarcı... Adamın geliri ne ki, böyle bir tabela diye düşündüm vallahi...


Şehre girdiğimizde birbirimizden ayrılıp belirli bir saatte sevgili Kaya'nın önerdiği Carpe Diem'in lokantasında buluşmaya karar vermiştik.

Ama şehir o kadar ufak ki, birbirimize denk gelmeden yürümek olanaksız. Sevgili Hülya, koluna taktığı bir bilezikle cep telefonunu entegre etmiş, günlük yürüme adımlarını sayıyor. Her karşılaşmamızda, Banuş, 13.000 adım yürümüşüm; bu akşama kadar 30.000'ini geçer, diyor... Hey Allahım... yahu benim ayaklarımdan ateşler çıkıyor. Ben oturmak, ve hatta ayaklarımı havalara dikmek istiyorum. Sen ne diyorsun arkadaşım :)) Sonra bir hırslanıp hız arttırıp daha da yorulduğumu hissedip onunla yarışmaktan vazgeçtim. Güzel, keyifli gezi arkadaşım benim.

Carpe Diem.... Tüm gezimiz süresince en yüklü faturayı orada ödedik. Ama değdi. Yeni nesil mutfak. Değişik tadlar, değişik sunumlar. Minicik dondurma külahının içinde sadece 1 lokmalık bir şey yedik, ne olduğunu anlamadık, ama çok lezzetliydi:) Külahı içine oturttukları tabak yediğimiz şeyden 4 kat daha büyüktü.

Yemekler de öyle servis edildi. Asla doymayız biz bunlarla denilecek kadar ufak. Ama doyduk. Kırmızı şarabımız ve en sonunda da tatlılarla taçlandırdık o günkü öğünümüzü.


Masamızın havası iyiydi.



Ana yemeklerimiz



Ve tatlılarımız.

Yürümeye devam. Şehirde pazar hallerinin fotoları aşağıda.


Lavanta torbaları


Çiçekçi


Meyve şekerlemeleri




Turpları çok sevdim. Acaba o zehir gibi acı olanlardan mı bunlar?




Turistler yeme içme bölümlerini işgal ederken, şehirliler manavdan, şarküterilerden ihtiyaçlarını satın alıyorlar.


Cafe'siz olmaz... Yer bulursanız bir kahveye veya biraya bekleriz.


Peynir tahtası.

Pasajlar, ara sokaklar...



Her şey şık, estetik, pahalı.


Bir pasaj içi yeme içme mekanı


Çiçeklerin içinden birileri sizi mi gözlüyor ne....


Grinin bir başka tonuna renk katma becerisi.


Bunların yüzünden başıma gelenler... Graz'da bir dükkanda çok benzerlerini gördüm. Onlar da tavandan aşağı sarkıyorlardı. Bir tanesine yapıştım, çekiştire çekiştire aşağı indirdim; kasaya gittim ve ne kadar diye sordum. Dükkan sahibi kadının bakışlarını hiç unutmayacağım: Dükkan dekorasyonuymuş meğer!!! Ama sattı... Aşağı indirmiş bulundum bir kere :)


Paralel sokakları birbirine bağlayan onlarca geçit.


Bu geçitlerdeki yaşam mekanları.


Bu vitrin hala çok etkiliyor beni. Nedense?


Yeşil tenteye pembe kurdele asmak işte böyle bir şeymiş.

Biraz da ortaya karışık


Şurada oturup bir kahve içmek çok istemiştim. Ne mümkün.. Adım atılacak yer yoktu. Sonunda arka sokaklardan birinde bir boş masa bulup orada rahat edebilmiştim.


Soldaki Mozart'ın doğduğu ev. Yıl farkıyla (!!) aynı gün doğmuşuz.


Mozart şehrinde her şey ona endekslenmiş.


Bir duvar süsü.




Hohensalzburg Kalesi'ne çıkan merdivenlerden görüntüler. Kaleye aynı zamanda 19'uncu yüzyıldan kalma finikülerle de çıkılabiliniyor. Kale deniliyor ama aslında Avrupa'nın en iyi korunmuş Orta Çağ şatolarından biri. Çoğu önemli eşyasını Napolyon gaspetmiş olsa da, görkemli salonları görülmeye değer.


"Mozart Matineleri"nin düzenlendiği mekan. Kır kahvesi gibi.


Şehrin pastel renkli binaları.


Kendime Salzburg hediyem

Dönüş vakti... Geldiğimiz yol bu kadar uzak mıydı?? Ölmüşüm de haberim yokmuş... Ama değdi. Çok güzel bir şehri keyifle dolaştık.


Dönüşte trende 2 ayrı tip.. Horul horul uyuyan bendeniz... İyi yürüdüğü için mutluluğu yüzünden okunan Hülya :))) Ve hiç utanmadan beni fotoğraflayan Zeynep...

Diğer gezime kadar iyi kalın, sağlıkta kalın.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder