Sabah erken bir vakitte 1 saatlik bir uçuştan sonra Gürcistan'ın başşehri Tiflis'e geldik.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nden sonra Türklerin nüfus cüzdanlarıyla giriş yapabilecekleri ikinci ülke.
Küçük, bakımsız bir hava limanı.
Para birimleri Lari. Dolar karşısındaki değeri düşük.
İlk dikkatimi çeken kıvrım kıvrım, büklüm büklüm harfleri oldu. Kesinlikle feminen bir alfabe. Çok gurur duyuyorlar zaten.
Taksiye binip otelimize gideceğiz. Burada geçireceğimiz zaman çok sınırlı. Tiflis - Batum arasında günde sadece bir uçak olduğundan, bir sonraki gün yine erken bir saate buradan ayrılmamız gerekecek. Bu nedenle mümkün olduğunca çok gezmek ve görmek niyetindeyiz. Otelde fazla oyalanmak istemiyoruz.
Varan I... Şoförler ingilizce bilmiyorlar... Orası uluslararası hava alanı. En azından konuyla ilgili 5-10 kelime konuşmaları gerekir. Yok..
Şoförlerden biri ya gideceği mesafeyi beğenmedi veya nereye gitmek istediğimizi anlamadı, ayrıldı yanımızdan.
Varan II... Bir grup sürücü neredeyse birbirlerinin gırtlaklarına sarılacakmışcasına el kol hareketlerine başladı. Sesler yükseldi... Kavga mı ediyorlardı, sohbet mi hiç çıkaramadık. O kadar feminen bir alfabeden bu kadar çirkin telaffuz.. Sinirli, hoş görüsüz, sert insanlar.
Sonunda bir tanesi, arkadaşlarından uzun uzadıya yol tarifi aldıktan sonra bizi götürmeye razı oldu. Pazarlığımızı da yaptık. Önce bir hayır dedi; sonunda anlaştık.
Varan III... Dünya sıralamasında, kötü sürücüler dalında kesinlikle ilk 3'e girerler. Deli gibi araba kullanıyorlar. Radyoda avaz avaz bir müzik, biz kayak yapıyoruz.. Arkadaşım dayanamayıp, mösyö, yavaş yavaş işareti yaptı.. Hemen radyoyu kapattı!! Bunun üzerine direksiyon işareti yapıp tekrar yavaşlamasını istediğimizi anlatmaya çalıştı; başardı.. Belki sadece 15 dakikalığına...
Kalacağımız otel olağanüstüydü. Citadel Narikala Hotel. Kalenin hemen altına inşa edilmiş. Önü nehre ve bütün şehre hakimken, sırtı dağın ve kale duvarlarının içinde.. İnşaat esnasında temelde bulunan antika eşyalar otelin içinde sergileniyorlar.. Asansör kayaya paralel üst katlara çıkıyor. İlginç ve çok güzeldi.
Varan IV.... Resepsiyonda orta yaşlarda bir kadın... 2 kadın müşterin gelmiş... Daha sabahın bir körü.. Bir zahmet, hoş geldiniz, günaydın, de be kadın... Lanet bir şey. Pasaportlarımızı aldıktan sonraki ilk icraatı bir günlük parayı peşin peşin istemek oldu. Çok bozulduk, ama belki bütün ülkede böyledir, bakalım ertesi gün Batum'da aynı şeyi isteyecekler mi düşüncesiyle kabul edip ödedik. İnatla fatura istedim, bir güzel anlamamazlığa geldi ki İngilizce konuşuyordu. Alamadık faturayı.
3cü yazışım olacak ama, olağanüstü bir oteldi. Odalar, dekorasyon, manzara, konsept. Ciddi pahalı bir yer olduğunu da belirteyim. İyi para ödedik.
Sabaha karşı balkonumdan önümde akan manzara.
Bavulları odalarımıza bırakıp hemen dışarı çıktık. Saat farkı Bakü'deki gibi +2. Hava çok güzel. Yağmur yok.
Arkadaşımın elindeki haritaya göre yürümeye başladık. Tabii ki, Mtkvari nehrinin üst kısmında bulunan eski şehrin merkezlerinde dolaşacağız.
Tiflis ilginç. Ne seviyorsun, ne sevmiyorsun. Ne çok güzel, ne çok çirkin. Daha çok, eski bir şehir. Modern binaları hiç uyduramamışlar. Başkasının elbisesini giymiş gibi sırıtmış o binalar. Bir şeyler yapmaya çalışıp becerememişler gibi sanki.. Yeni bir yerin bendeki etkisini çektiğim fotoğraf sayısından anlıyorum.. Bu şehirde en fazla 10 kare çekmişim.
Bütün bunların yanında insanı şaşırtacak çoklukta konser ve tiyatro salonları mevcut. Alfabelerinden sonra gurur duydukları şey. Haklılar da.
Bir de balkonları... Geniş, ferforjeli, renkli balkonlar.
Dilencileri.... Bir türlü kopamadığın cinsten olanlar hem de.. Çareyi, işaret parmağımı yüzlerine çevirerek, Polis haaaa, demekte buldum. Sonuç başarılıydı.
Eski binaların hepsi kırmızı tuğlalı. Bir sokağın başında kırmızı tabeladaki okla sana eski bir yapının varlığını gösteriyor, o tarafa yöneliyorsun, hiç bir şeye rastlamadan başladığın noktaya geliyorsun, Üstlerinde levha olsa bile kendi dillerinde yazılı. Anlaşılmıyor. Bir tek mimarilerinden dolayı kiliseleri tam olarak keşfedebildik. Ama bu yüzden de çok vakit kaybettik. 2 olumsuz denemeden sonra, o oklara hiç aldırmadan yürüdük zaten.
Sağlı sollu ufak dükkanlar, barlar, cafeler ve lokantaların arasından yürüyüp Liberty Meydanına geldik. Değişim hemen kendini belli etti. Dar sokaklar büyük bulvarlara, büyük meydanlara dönüştü.
Eh, bizim de kahve vaktimiz zaten gelmişti.
Bir Cafeye oturduk. İçeceklerimizi ısmarladık; elimizde harita yön bulmaya, nereye gitmemiz gerektiğini anlamaya çalışıyoruz. Tam o sırada önümüzdeki masaya bir adamcağız geldi. Arkadan Japona benzettim. Elinde kocaman üçayak ve ucunda fotoğraf makinesi; ayağında sağlam yürüyüş ayakkabıları olan biri. Bu donanımından dolayı bize yardımcı olur deyip laf attım ... :)) 3 dakika sonra aynı masayı paylaşıyorduk.. Filipinli çıktı. Bir konuşkan, bir konuşkan.. Eşiyle 2-3 gün sonra İstanbul'a gideceğini; Efes'i mutlaka ziyaret etmek istediğini söyledi. Biz ondan yardım isteyecekken, kendimizi adama yardım ederken bulduk. Bak kardeş, İstanbul'da dikkatli ol; çarpılma, çurpulma; çantana dikkat et; Selçuk'u da mutlaka gezin, şurada kalın gibi bilgileri aktardık:)
Fotoğrafı da çektirdi, aynı gece mail adresime de yolladı.. Yolu açık olsun.
Bu arada bize de yardımcı oldu. Hemen o meydandan geçen tur otobüslerine binmemizi ve bütün şehri 2 saate yakın dolaşmamızı önerdi. Bize de uydu. Teşekkür edip ayrıldık.
Hemen biletlerimizi alıp çift katlı otobüse bindik. Sadece 3 kişiyiz... İyi, gene yapıyorlar turu.
Şehir turundan fotoğraflar.
İngilizce anlatan rehber genç kız geçtiğimiz yollardaki önemli, kayda değer binaları gösterdi. Belli duraklarda 5 dakika kadar mola verip fotoğraf çekmemize olanak sağladılar.
Rehberimiz Gürcistan ekonomisinin turizm ve şarapçılık üzerine kurulu olduğunu söyledi. Pek inandırıcı gelmedi. Dünyada tanınmış onca şarap üreticisi ülke varken kim Gürcistan'dan ekonomi çarklarını döndürecek kadar şarap alır, bilemedik.
Turizme gelince... Her yerde otel inşaatları var. Yüksek yüksek, şehrin karakterine hiç uymayan binalar. İyi güzel de kimse İngilizce konuşmuyor ki? Alt yapıyı hazırlamadan oteller dikip ondan umut beklemek de pek mantıklı gelmedi. Bu yıl ülkeye gelen turist sayısının 30 bin kişi olduğunu ekleyeyim.
Çok tipik bir ahşap ev ve balkonu.
Nehir ve bulvarlarda sonbahar renkleri.
Yukarıdaki fotoğraf Püren Özgören'e ait. Bu altın kubbeli yapının, dünyadaki en büyük Ortodoks kilisesi olduğunu söylediler.
Nehir üzerindeki köprüler aracılığıyla şehrin bir yakasından diğerine geçerek turumuzu tamamladık. Bir baktık, otelimizin önündeki meydan.
Yemek yememiz lazım. Pide yememiz şart. Liberty meydanına yürürken gözümüze çarpan pideciye hamle yaptık.
Tam bir esnaf lokantası havasında bir yer. Sadece pide ve börek servisleri var. Garson kadınla İngilizce konuşabilmek mümkün değil. Mönüyü aldık elimize. Pidelerin küçük, orta ve büyük boy olduklarını anladık. Bunun üzerine kadına şunu anlatmaya çalıştık: Arkadaşıma bir orta boy yumurtalı peynirli pide, bana bir orta boy sebzeli peynirli pide. Bir tane de ortaya ufak boy kıymalı pide... Bu ortaya ufak boy kıymalıyı aklı basmadı... Arkadaş biz sana, in the middle, little little from everything, demedik yahu :)))) Sonunda pes eden biz olduk, kıymalıdan vazgeçtik. Allah'tan....
Açlıktan öyle bir başımız ve gözümüz dönmüş ki, Püren'in pidesinin ortasındaki yumurta ve kenarındaki serçe parmağı kalınlığı ve uzunluğundaki en hakikisinden tereyağ fotoğraflanamadan pide kenarına bandırılıp yenmişti.
Bu da benim yediğim lezzetli güzellik.
Tabii ki bitiremedik!!!
Yürümemiz lazım...
Nehir tarafına yönelmiş yan sokaklara girip çıktık.
Hoş manzaralar yakaladık. Kaybolmayı seviyoruz ikimiz de.
Sadece yayalara ait modern bir köprü.
Köprünün demirleri arasından inşaatı henüz bitmemiş bir modern mimari daha. Bittiğinde konser salonu olacakmış. Püren'in mimar olan bir arkadaşından okuduğum bilgiye göre Massimiliano ve Doriana Fuksas'a ait esermiş.
Hortumvari konser salonunun hemen arkasında yine modern bir yapı. PSM!!!
Sağda kemerli taş köprü.
Yayalara ayrılmış köprüden geçince kendimizi kaleye çıkan finikülerlerin önünde bulduk. Şimdi tepeye çıkılmaz mı?? Çıktık.
Finiküler meydanı.
Kale bölgesinde bütün şehre hakim bir noktada bulunan 20 metre yüksekliğindeki Mother Georgia heykeli.
Hava iyice karardığından ve otelimize yürüyerek inmeye karar verdiğimizden kalede fazla detaya girmedik/giremedik.
Arnavut kaldırımlı merdivenleri inerken objektifime takılanlar. Kırmızı damları çok severim.
Pideler hala midemizde. Hiç yemek yiyecek halimiz yok. Aslında otelin güzel lokantasında bir şeyler yemek isterdik ama olmadı.
Balkonlarımızda önümüzdeki manzaraya dalıp uykuya çekildik.
Yarın yine erkenden gezimizin son durağı olan Batum'a uçacağız.
İyi kalın, sağlıkta kalın.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nden sonra Türklerin nüfus cüzdanlarıyla giriş yapabilecekleri ikinci ülke.
Küçük, bakımsız bir hava limanı.
Para birimleri Lari. Dolar karşısındaki değeri düşük.
İlk dikkatimi çeken kıvrım kıvrım, büklüm büklüm harfleri oldu. Kesinlikle feminen bir alfabe. Çok gurur duyuyorlar zaten.
Taksiye binip otelimize gideceğiz. Burada geçireceğimiz zaman çok sınırlı. Tiflis - Batum arasında günde sadece bir uçak olduğundan, bir sonraki gün yine erken bir saate buradan ayrılmamız gerekecek. Bu nedenle mümkün olduğunca çok gezmek ve görmek niyetindeyiz. Otelde fazla oyalanmak istemiyoruz.
Varan I... Şoförler ingilizce bilmiyorlar... Orası uluslararası hava alanı. En azından konuyla ilgili 5-10 kelime konuşmaları gerekir. Yok..
Şoförlerden biri ya gideceği mesafeyi beğenmedi veya nereye gitmek istediğimizi anlamadı, ayrıldı yanımızdan.
Varan II... Bir grup sürücü neredeyse birbirlerinin gırtlaklarına sarılacakmışcasına el kol hareketlerine başladı. Sesler yükseldi... Kavga mı ediyorlardı, sohbet mi hiç çıkaramadık. O kadar feminen bir alfabeden bu kadar çirkin telaffuz.. Sinirli, hoş görüsüz, sert insanlar.
Sonunda bir tanesi, arkadaşlarından uzun uzadıya yol tarifi aldıktan sonra bizi götürmeye razı oldu. Pazarlığımızı da yaptık. Önce bir hayır dedi; sonunda anlaştık.
Varan III... Dünya sıralamasında, kötü sürücüler dalında kesinlikle ilk 3'e girerler. Deli gibi araba kullanıyorlar. Radyoda avaz avaz bir müzik, biz kayak yapıyoruz.. Arkadaşım dayanamayıp, mösyö, yavaş yavaş işareti yaptı.. Hemen radyoyu kapattı!! Bunun üzerine direksiyon işareti yapıp tekrar yavaşlamasını istediğimizi anlatmaya çalıştı; başardı.. Belki sadece 15 dakikalığına...
Kalacağımız otel olağanüstüydü. Citadel Narikala Hotel. Kalenin hemen altına inşa edilmiş. Önü nehre ve bütün şehre hakimken, sırtı dağın ve kale duvarlarının içinde.. İnşaat esnasında temelde bulunan antika eşyalar otelin içinde sergileniyorlar.. Asansör kayaya paralel üst katlara çıkıyor. İlginç ve çok güzeldi.
Varan IV.... Resepsiyonda orta yaşlarda bir kadın... 2 kadın müşterin gelmiş... Daha sabahın bir körü.. Bir zahmet, hoş geldiniz, günaydın, de be kadın... Lanet bir şey. Pasaportlarımızı aldıktan sonraki ilk icraatı bir günlük parayı peşin peşin istemek oldu. Çok bozulduk, ama belki bütün ülkede böyledir, bakalım ertesi gün Batum'da aynı şeyi isteyecekler mi düşüncesiyle kabul edip ödedik. İnatla fatura istedim, bir güzel anlamamazlığa geldi ki İngilizce konuşuyordu. Alamadık faturayı.
3cü yazışım olacak ama, olağanüstü bir oteldi. Odalar, dekorasyon, manzara, konsept. Ciddi pahalı bir yer olduğunu da belirteyim. İyi para ödedik.
Sabaha karşı balkonumdan önümde akan manzara.
Bavulları odalarımıza bırakıp hemen dışarı çıktık. Saat farkı Bakü'deki gibi +2. Hava çok güzel. Yağmur yok.
Arkadaşımın elindeki haritaya göre yürümeye başladık. Tabii ki, Mtkvari nehrinin üst kısmında bulunan eski şehrin merkezlerinde dolaşacağız.
Tiflis ilginç. Ne seviyorsun, ne sevmiyorsun. Ne çok güzel, ne çok çirkin. Daha çok, eski bir şehir. Modern binaları hiç uyduramamışlar. Başkasının elbisesini giymiş gibi sırıtmış o binalar. Bir şeyler yapmaya çalışıp becerememişler gibi sanki.. Yeni bir yerin bendeki etkisini çektiğim fotoğraf sayısından anlıyorum.. Bu şehirde en fazla 10 kare çekmişim.
Bütün bunların yanında insanı şaşırtacak çoklukta konser ve tiyatro salonları mevcut. Alfabelerinden sonra gurur duydukları şey. Haklılar da.
Bir de balkonları... Geniş, ferforjeli, renkli balkonlar.
Dilencileri.... Bir türlü kopamadığın cinsten olanlar hem de.. Çareyi, işaret parmağımı yüzlerine çevirerek, Polis haaaa, demekte buldum. Sonuç başarılıydı.
Eski binaların hepsi kırmızı tuğlalı. Bir sokağın başında kırmızı tabeladaki okla sana eski bir yapının varlığını gösteriyor, o tarafa yöneliyorsun, hiç bir şeye rastlamadan başladığın noktaya geliyorsun, Üstlerinde levha olsa bile kendi dillerinde yazılı. Anlaşılmıyor. Bir tek mimarilerinden dolayı kiliseleri tam olarak keşfedebildik. Ama bu yüzden de çok vakit kaybettik. 2 olumsuz denemeden sonra, o oklara hiç aldırmadan yürüdük zaten.
Sağlı sollu ufak dükkanlar, barlar, cafeler ve lokantaların arasından yürüyüp Liberty Meydanına geldik. Değişim hemen kendini belli etti. Dar sokaklar büyük bulvarlara, büyük meydanlara dönüştü.
Eh, bizim de kahve vaktimiz zaten gelmişti.
Bir Cafeye oturduk. İçeceklerimizi ısmarladık; elimizde harita yön bulmaya, nereye gitmemiz gerektiğini anlamaya çalışıyoruz. Tam o sırada önümüzdeki masaya bir adamcağız geldi. Arkadan Japona benzettim. Elinde kocaman üçayak ve ucunda fotoğraf makinesi; ayağında sağlam yürüyüş ayakkabıları olan biri. Bu donanımından dolayı bize yardımcı olur deyip laf attım ... :)) 3 dakika sonra aynı masayı paylaşıyorduk.. Filipinli çıktı. Bir konuşkan, bir konuşkan.. Eşiyle 2-3 gün sonra İstanbul'a gideceğini; Efes'i mutlaka ziyaret etmek istediğini söyledi. Biz ondan yardım isteyecekken, kendimizi adama yardım ederken bulduk. Bak kardeş, İstanbul'da dikkatli ol; çarpılma, çurpulma; çantana dikkat et; Selçuk'u da mutlaka gezin, şurada kalın gibi bilgileri aktardık:)
Fotoğrafı da çektirdi, aynı gece mail adresime de yolladı.. Yolu açık olsun.
Bu arada bize de yardımcı oldu. Hemen o meydandan geçen tur otobüslerine binmemizi ve bütün şehri 2 saate yakın dolaşmamızı önerdi. Bize de uydu. Teşekkür edip ayrıldık.
Hemen biletlerimizi alıp çift katlı otobüse bindik. Sadece 3 kişiyiz... İyi, gene yapıyorlar turu.
Şehir turundan fotoğraflar.
İngilizce anlatan rehber genç kız geçtiğimiz yollardaki önemli, kayda değer binaları gösterdi. Belli duraklarda 5 dakika kadar mola verip fotoğraf çekmemize olanak sağladılar.
Rehberimiz Gürcistan ekonomisinin turizm ve şarapçılık üzerine kurulu olduğunu söyledi. Pek inandırıcı gelmedi. Dünyada tanınmış onca şarap üreticisi ülke varken kim Gürcistan'dan ekonomi çarklarını döndürecek kadar şarap alır, bilemedik.
Turizme gelince... Her yerde otel inşaatları var. Yüksek yüksek, şehrin karakterine hiç uymayan binalar. İyi güzel de kimse İngilizce konuşmuyor ki? Alt yapıyı hazırlamadan oteller dikip ondan umut beklemek de pek mantıklı gelmedi. Bu yıl ülkeye gelen turist sayısının 30 bin kişi olduğunu ekleyeyim.
Çok tipik bir ahşap ev ve balkonu.
Nehir ve bulvarlarda sonbahar renkleri.
Yukarıdaki fotoğraf Püren Özgören'e ait. Bu altın kubbeli yapının, dünyadaki en büyük Ortodoks kilisesi olduğunu söylediler.
Nehir üzerindeki köprüler aracılığıyla şehrin bir yakasından diğerine geçerek turumuzu tamamladık. Bir baktık, otelimizin önündeki meydan.
Yemek yememiz lazım. Pide yememiz şart. Liberty meydanına yürürken gözümüze çarpan pideciye hamle yaptık.
Tam bir esnaf lokantası havasında bir yer. Sadece pide ve börek servisleri var. Garson kadınla İngilizce konuşabilmek mümkün değil. Mönüyü aldık elimize. Pidelerin küçük, orta ve büyük boy olduklarını anladık. Bunun üzerine kadına şunu anlatmaya çalıştık: Arkadaşıma bir orta boy yumurtalı peynirli pide, bana bir orta boy sebzeli peynirli pide. Bir tane de ortaya ufak boy kıymalı pide... Bu ortaya ufak boy kıymalıyı aklı basmadı... Arkadaş biz sana, in the middle, little little from everything, demedik yahu :)))) Sonunda pes eden biz olduk, kıymalıdan vazgeçtik. Allah'tan....
Açlıktan öyle bir başımız ve gözümüz dönmüş ki, Püren'in pidesinin ortasındaki yumurta ve kenarındaki serçe parmağı kalınlığı ve uzunluğundaki en hakikisinden tereyağ fotoğraflanamadan pide kenarına bandırılıp yenmişti.
Bu da benim yediğim lezzetli güzellik.
Tabii ki bitiremedik!!!
Yürümemiz lazım...
Nehir tarafına yönelmiş yan sokaklara girip çıktık.
Hoş manzaralar yakaladık. Kaybolmayı seviyoruz ikimiz de.
Sadece yayalara ait modern bir köprü.
Köprünün demirleri arasından inşaatı henüz bitmemiş bir modern mimari daha. Bittiğinde konser salonu olacakmış. Püren'in mimar olan bir arkadaşından okuduğum bilgiye göre Massimiliano ve Doriana Fuksas'a ait esermiş.
Hortumvari konser salonunun hemen arkasında yine modern bir yapı. PSM!!!
Sağda kemerli taş köprü.
Yayalara ayrılmış köprüden geçince kendimizi kaleye çıkan finikülerlerin önünde bulduk. Şimdi tepeye çıkılmaz mı?? Çıktık.
Finiküler meydanı.
Kale bölgesinde bütün şehre hakim bir noktada bulunan 20 metre yüksekliğindeki Mother Georgia heykeli.
Hava iyice karardığından ve otelimize yürüyerek inmeye karar verdiğimizden kalede fazla detaya girmedik/giremedik.
Arnavut kaldırımlı merdivenleri inerken objektifime takılanlar. Kırmızı damları çok severim.
Pideler hala midemizde. Hiç yemek yiyecek halimiz yok. Aslında otelin güzel lokantasında bir şeyler yemek isterdik ama olmadı.
Balkonlarımızda önümüzdeki manzaraya dalıp uykuya çekildik.
Yarın yine erkenden gezimizin son durağı olan Batum'a uçacağız.
İyi kalın, sağlıkta kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder