Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Kasım 2014 Perşembe

Tiflis/Tbilisi

Sabah erken bir vakitte 1 saatlik bir uçuştan sonra Gürcistan'ın başşehri Tiflis'e geldik.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nden sonra Türklerin nüfus cüzdanlarıyla giriş yapabilecekleri ikinci ülke.

Küçük, bakımsız bir hava limanı.

Para birimleri Lari. Dolar karşısındaki değeri düşük.

İlk dikkatimi çeken kıvrım kıvrım, büklüm büklüm harfleri oldu. Kesinlikle feminen bir alfabe. Çok gurur duyuyorlar zaten.

Taksiye binip otelimize gideceğiz. Burada geçireceğimiz zaman çok sınırlı. Tiflis - Batum arasında günde sadece bir uçak olduğundan, bir sonraki gün yine erken bir saate buradan ayrılmamız gerekecek. Bu nedenle mümkün olduğunca çok gezmek ve görmek niyetindeyiz. Otelde fazla oyalanmak istemiyoruz.

Varan I... Şoförler ingilizce bilmiyorlar... Orası uluslararası hava alanı. En azından konuyla ilgili 5-10 kelime konuşmaları gerekir. Yok..

Şoförlerden biri ya gideceği mesafeyi beğenmedi veya nereye gitmek istediğimizi anlamadı, ayrıldı yanımızdan.

Varan II... Bir grup sürücü neredeyse birbirlerinin gırtlaklarına sarılacakmışcasına el kol hareketlerine başladı. Sesler yükseldi... Kavga mı ediyorlardı, sohbet mi hiç çıkaramadık. O kadar feminen bir alfabeden bu kadar çirkin telaffuz.. Sinirli, hoş görüsüz, sert insanlar.

Sonunda bir tanesi, arkadaşlarından uzun uzadıya yol tarifi aldıktan sonra bizi götürmeye razı oldu. Pazarlığımızı da yaptık. Önce bir hayır dedi; sonunda anlaştık.

Varan III... Dünya sıralamasında, kötü sürücüler dalında kesinlikle ilk 3'e girerler. Deli gibi araba kullanıyorlar. Radyoda avaz avaz bir müzik, biz kayak yapıyoruz.. Arkadaşım dayanamayıp, mösyö, yavaş yavaş işareti yaptı.. Hemen radyoyu kapattı!! Bunun üzerine direksiyon işareti yapıp tekrar yavaşlamasını istediğimizi anlatmaya çalıştı; başardı.. Belki sadece 15 dakikalığına...

Kalacağımız otel olağanüstüydü. Citadel Narikala Hotel. Kalenin hemen altına inşa edilmiş. Önü nehre ve bütün şehre hakimken, sırtı dağın ve kale duvarlarının içinde.. İnşaat esnasında temelde bulunan antika eşyalar otelin içinde sergileniyorlar.. Asansör kayaya paralel üst katlara çıkıyor. İlginç ve çok güzeldi.

Varan IV.... Resepsiyonda orta yaşlarda bir kadın... 2 kadın müşterin gelmiş... Daha sabahın bir körü.. Bir zahmet, hoş geldiniz, günaydın, de be kadın... Lanet bir şey. Pasaportlarımızı aldıktan sonraki ilk icraatı bir günlük parayı peşin peşin istemek oldu. Çok bozulduk, ama belki bütün ülkede böyledir, bakalım ertesi gün Batum'da aynı şeyi isteyecekler mi düşüncesiyle kabul edip ödedik. İnatla fatura istedim, bir güzel anlamamazlığa geldi ki İngilizce konuşuyordu. Alamadık faturayı.

3cü yazışım olacak ama, olağanüstü bir oteldi. Odalar, dekorasyon, manzara, konsept. Ciddi pahalı bir yer olduğunu da belirteyim. İyi para ödedik.


Sabaha karşı balkonumdan önümde akan manzara.

Bavulları odalarımıza bırakıp hemen dışarı çıktık. Saat farkı Bakü'deki gibi +2. Hava çok güzel. Yağmur yok.

Arkadaşımın elindeki haritaya göre yürümeye başladık. Tabii ki, Mtkvari nehrinin üst kısmında bulunan eski şehrin merkezlerinde dolaşacağız.

Tiflis ilginç. Ne seviyorsun, ne sevmiyorsun. Ne çok güzel, ne çok çirkin. Daha çok, eski bir şehir. Modern binaları hiç uyduramamışlar. Başkasının elbisesini giymiş gibi sırıtmış o binalar. Bir şeyler yapmaya çalışıp becerememişler gibi sanki.. Yeni bir yerin bendeki etkisini çektiğim fotoğraf sayısından anlıyorum.. Bu şehirde en fazla 10 kare çekmişim.

Bütün bunların yanında insanı şaşırtacak çoklukta konser ve tiyatro salonları mevcut. Alfabelerinden sonra gurur duydukları şey. Haklılar da.

Bir de balkonları... Geniş, ferforjeli, renkli balkonlar.

Dilencileri.... Bir türlü kopamadığın cinsten olanlar hem de.. Çareyi, işaret parmağımı yüzlerine çevirerek, Polis haaaa, demekte buldum. Sonuç başarılıydı.

Eski binaların hepsi kırmızı tuğlalı. Bir sokağın başında kırmızı tabeladaki okla sana eski bir yapının varlığını gösteriyor, o tarafa yöneliyorsun, hiç bir şeye rastlamadan başladığın noktaya geliyorsun, Üstlerinde levha olsa bile kendi dillerinde yazılı. Anlaşılmıyor. Bir tek mimarilerinden dolayı kiliseleri tam olarak keşfedebildik. Ama bu yüzden de çok vakit kaybettik. 2 olumsuz denemeden sonra, o oklara hiç aldırmadan yürüdük zaten.

Sağlı sollu ufak dükkanlar, barlar, cafeler ve lokantaların arasından yürüyüp Liberty Meydanına geldik. Değişim hemen kendini belli etti. Dar sokaklar büyük bulvarlara, büyük meydanlara dönüştü.

Eh, bizim de kahve vaktimiz zaten gelmişti.

Bir Cafeye oturduk. İçeceklerimizi ısmarladık; elimizde harita yön bulmaya, nereye gitmemiz gerektiğini anlamaya çalışıyoruz. Tam o sırada önümüzdeki masaya bir adamcağız geldi. Arkadan Japona benzettim. Elinde kocaman üçayak ve ucunda fotoğraf makinesi; ayağında sağlam yürüyüş ayakkabıları olan biri. Bu donanımından dolayı bize yardımcı olur deyip laf attım ... :)) 3 dakika sonra aynı masayı paylaşıyorduk.. Filipinli çıktı. Bir konuşkan, bir konuşkan.. Eşiyle 2-3 gün sonra İstanbul'a gideceğini; Efes'i mutlaka ziyaret etmek istediğini söyledi. Biz ondan yardım isteyecekken, kendimizi adama yardım ederken bulduk. Bak kardeş, İstanbul'da dikkatli ol; çarpılma, çurpulma; çantana dikkat et; Selçuk'u da mutlaka gezin, şurada kalın gibi bilgileri aktardık:)


Fotoğrafı da çektirdi, aynı gece mail adresime de yolladı.. Yolu açık olsun.

Bu arada bize de yardımcı oldu. Hemen o meydandan geçen tur otobüslerine binmemizi ve bütün şehri 2 saate yakın dolaşmamızı önerdi. Bize de uydu. Teşekkür edip ayrıldık.

Hemen biletlerimizi alıp çift katlı otobüse bindik. Sadece 3 kişiyiz... İyi, gene yapıyorlar turu.

Şehir turundan fotoğraflar.


İngilizce anlatan rehber genç kız geçtiğimiz yollardaki önemli, kayda değer binaları gösterdi. Belli duraklarda 5 dakika kadar mola verip fotoğraf çekmemize olanak sağladılar.

Rehberimiz Gürcistan ekonomisinin turizm ve şarapçılık üzerine kurulu olduğunu söyledi. Pek inandırıcı gelmedi. Dünyada tanınmış onca şarap üreticisi ülke varken kim Gürcistan'dan ekonomi çarklarını döndürecek kadar şarap alır, bilemedik.

Turizme gelince... Her yerde otel inşaatları var. Yüksek yüksek, şehrin karakterine hiç uymayan binalar. İyi güzel de kimse İngilizce konuşmuyor ki? Alt yapıyı hazırlamadan oteller dikip ondan umut beklemek de pek mantıklı gelmedi. Bu yıl ülkeye gelen turist sayısının 30 bin kişi olduğunu ekleyeyim.



Çok tipik bir ahşap ev ve balkonu.



Nehir ve bulvarlarda sonbahar renkleri.


Yukarıdaki fotoğraf Püren Özgören'e ait. Bu altın kubbeli yapının, dünyadaki en büyük Ortodoks kilisesi olduğunu söylediler.

Nehir üzerindeki köprüler aracılığıyla şehrin bir yakasından diğerine geçerek turumuzu tamamladık. Bir baktık, otelimizin önündeki meydan.

Yemek yememiz lazım. Pide yememiz şart. Liberty meydanına yürürken gözümüze çarpan pideciye hamle yaptık.

Tam bir esnaf lokantası havasında bir yer. Sadece pide ve börek servisleri var. Garson kadınla İngilizce konuşabilmek mümkün değil. Mönüyü aldık elimize. Pidelerin küçük, orta ve büyük boy olduklarını anladık. Bunun üzerine kadına şunu anlatmaya çalıştık: Arkadaşıma bir orta boy yumurtalı peynirli pide, bana bir orta boy sebzeli peynirli pide. Bir tane de ortaya ufak boy kıymalı pide... Bu ortaya ufak boy kıymalıyı aklı basmadı... Arkadaş biz sana, in the middle, little little from everything, demedik yahu :)))) Sonunda pes eden biz olduk, kıymalıdan vazgeçtik. Allah'tan....


Açlıktan öyle bir başımız ve gözümüz dönmüş ki, Püren'in pidesinin ortasındaki yumurta ve kenarındaki serçe parmağı kalınlığı ve uzunluğundaki en hakikisinden tereyağ fotoğraflanamadan pide kenarına bandırılıp yenmişti.


Bu da benim yediğim lezzetli güzellik.

Tabii ki bitiremedik!!!

Yürümemiz lazım...

Nehir tarafına yönelmiş yan sokaklara girip çıktık.

Hoş manzaralar yakaladık. Kaybolmayı seviyoruz ikimiz de.


Sadece yayalara ait modern bir köprü.


Köprünün demirleri arasından inşaatı henüz bitmemiş bir modern mimari daha. Bittiğinde konser salonu olacakmış. Püren'in mimar olan bir arkadaşından okuduğum bilgiye göre Massimiliano ve Doriana Fuksas'a ait esermiş.


Hortumvari konser salonunun hemen arkasında yine modern bir yapı. PSM!!!


Sağda kemerli taş köprü.

Yayalara ayrılmış köprüden geçince kendimizi kaleye çıkan finikülerlerin önünde bulduk. Şimdi tepeye çıkılmaz mı?? Çıktık.


Finiküler meydanı.


Kale bölgesinde bütün şehre hakim bir noktada bulunan 20 metre yüksekliğindeki Mother Georgia heykeli.

Hava iyice karardığından ve otelimize yürüyerek inmeye karar verdiğimizden kalede fazla detaya girmedik/giremedik.



Arnavut kaldırımlı merdivenleri inerken objektifime takılanlar. Kırmızı damları çok severim.

Pideler hala midemizde. Hiç yemek yiyecek halimiz yok. Aslında otelin güzel lokantasında bir şeyler yemek isterdik ama olmadı.

Balkonlarımızda önümüzdeki manzaraya dalıp uykuya çekildik.

Yarın yine erkenden gezimizin son durağı olan Batum'a uçacağız.

İyi kalın, sağlıkta kalın.





25 Kasım 2014 Salı

Bakü ve Yakın Çevresi

Bizi hava alanından otelimize getiren şoförümüzle bugün için anlaşmıştık. Bakü dışında görülmesi gereken yerleri gezmek için sabah erken saatte buluştuk.


Fotoğraf Püren Özgören'e aittir. İlyas Bey'i fotoğraflamayı nedense unutmuşum. Ayıp etmişim. 

Trip Advisor sitesinden aldığım bilgileri İlyas Bey de onaylayınca bugünkü rotamız belli oldu. 
Tuz gölü, Yanardağ, Ateşgah ve Haydar Aliyev Kültür Merkezi.

Bakü'nün dışına çıkmak, "kırsal" kesimi tanımak, görmek açısından da çok faydalı oldu. 
Manzara bir anda değişiyor. Trafik 2 şeride iniyor; yol kalitesi kötüleşiyor. Binalar sıradanlaşıyor.

Yollarda hoplaya zıplaya Tuz Gölü'ne geldik. Son derece sıradan bir yer. Ama İlyas Kaptan'ın dediğine göre ki doğrudur, yazın göl kuruduğunda tuzlar ortaya çıkar ve pembe bir renk alırmış. Bizim gördüğümüz renksiz, tatsız/tuzsuz bir yerdi..



Topu topu 2 kare fotoğraf çekip yola devam ettik.

Yanardağ'a gidiyoruz.

Bakü'nün "görülmesi şart" diye adlandırılan bölgesine giderken ne hissedersiniz? Kocaman bir yanardağ; üstünde dumanlar tütüyor falan filan....

Kaçak doğalgaz kaynağına yanardağ demişler. Bir de utanmadan giriş parası aldılar!! Hani elektrik prizine sokunca içindeki odunların kızardığı "sahte şömineler" vardır. Yeminle öyle bir şeydi gördüğümüz. Biz de şömine karşısındaymışcasına seyrettik alevleri. Kendimizi hiç de aptal gibi hissetmedik üstelik.



Naçizane tavsiyem, Tuz Gölü ve Yanardağ'ı kesinlikle es geçmeniz. Boşuna vakit kaybı. Bence tabii. İlla da göreceğim diyorsanız, şehirden buraya kadar gelen otobüsleri kullanın. En azından o deneyimi yaşamış olursunuz :)


Bakü dışındaki yerleşim yerlerine güzel bir örnek.

Bakalım Ateşgah nasıl bir yer....

Şimdilerde müze olarak kullanılan mabet, hava alanına oldukça yakın bir yerde bulunuyor. Görülmesi gereken önemli noktalardan biri. Çok değişik, ilginç. Bakımlı ve pırıl pırıl. Biz gittiğimizde televizyon çekimi yapan ekipten başka kimsecikler yoktu.

Azeri bir genç adam, rehber isteyip istemediğimizi, fotoğraf çekip çekmeyeceğimizi sordu. Evet, rehber istiyoruz; evet fotoğraf da çekeceğiz. Giriş ücreti şu kadar, rehber şu kadar, fotoğraf çekimi de şu kadar; çıkışta ödersiniz, tamam mı dedi.. Tamam dedik ve adamın peşine takıldık. Rehbermiş meğer.

Uzun uzun, bıkmadan, sıkılmadan hem anlattı, hem gezdirdi. Bizim de sorularımız karşısında epey bir detaya girdi. Öz cümle, Zerdüştlük hakkında hiç bir bilgisi olmayan biri dahi, az çok donanımla oradan ayrılır.

Ateş Mabedi anlamına gelen dünyadaki 3 Mecusi tapınağından biri.


Şehir hanlarına benzer. Medya döneminden itibaren ülkede yayılmış olan ateş tapınakları geleneklerini yansıtırsa da, bazı Hint mabetlerinin özelliklerini de taşır. Ortada sürekli ateş yanar. Eskiden doğal olan bu ateş, günümüzde doğalgaz.



Hücreler penceresiz. Ortada, dışarıda yanan ateşten buralara "dağıtım" yapan yollar sayesinde ateş yanıyor. Zerdüştler buralarda konaklar; kendilerine işkence yaparak ibadetlerini yerine getirirler.

Yukarıda ikinci fotoğraftaki canlandırmaya göre, sağ diz kıvrık, sağ kol yukarı uzatılmış şekilde o kadar uzun süre kalırlarmış ki, sonunda felç olurlarmış. Amaç da o zaten!!


Eski dönemlerde ateşin hücrelere dağıtıldığı yollar.



Mabedin en eski yapısı olan ahır 1713 yılına ait.



Merkezi secdegah ise 1810 yılında tacir Kançanagaran tarafından yaptırılır.


Önde ölülerin yakıldığı yer.


Her kapının üstünde Sanskritçe yazılı kitabeler bulunur. Bunlar Azerbaycan Türkçe'sine çevrilmemiş. Sadece birinin altında Farsça tercümesi var.

7ci yüzyıla kadar Mecusi tapınağı, kervan konaklama yeri olarak işlevselliğini sürdürür. Bu asırdan sonra Azerbaycan İslam dinini kabul ettiğinden önemini yitirir.

Zerdüştlerin büyük bir bölümü Hindistan'a göç eder. Diğerleri ise dünyanın çeşitli bölgelerine dağılır.

Mabet her ne kadar 7ci yüzyılda önemini kaybetse de, 19cu yüzyıla kadar bir kahin burada hizmete devam eder.

21 Mart Nevruz kutlamalarında dünyanın çeşitli yerlerinden gelen Zerdüştlerin ziyaret mekanı olmaya devam ediyor.

Azerbaycan adının bu ateşlerden olduğu söylenir. "Odlar Yurdu".

Rehberimizin verdiği bilgiler içinde - hepsi birbirinden ilginçti ama - en ilgimi çeken, bunların da oruç tuttukları; ancak her mevsimde birer hafta olarak bu vecibelerini yerine getirdikleri oldu. Toplamda yine bir ay; ama birer haftalık süreçlerle dört kere.

Bize "hocam hocam" diyen rehberimize teşekkür ederek ve oldukça etkilenmiş bir şekilde buradan ayrılıyoruz.

Hadi bakalım... 7ci yüzyıldan 25ci yüzyıla nasıl geçilirmiş onu anlayacağız :)) Şok üstüne şok... Haydar Aliyev Kültür Merkezi'ne gidiyoruz da....

Orada şoförümüz İlyas Bey'e teşekkür edip kendisinden ayrıldık. Ertesi sabah bizi alana götürmesini rica ederek.

İyi ki karşımıza bu adamcağız çıkmış. Efendi, dikkatli, soru sormadan konuşmayan, "siz İstanbul'un neresindensiniz, geç kaldık, hadi gidelim demeyen biri... O kadar ki, o aptal Yanardağ sonrasında bizim yine fena halde kahve vaktimiz geldiğinde, bizi hava alanında kahve içirmeye bile götürdü :) Oranın şoförü olduğundan herhalde, hesapsız, sorgusuz içeri girdik. 3 kahveye 21 Manat ödedik, o ayrı konu!!! -/+ 19 Dolar yani....

Kültür Merkezini önce dışarıdan tavaf edelim dedik. İki arkadaş, birbirimizden 5-10 metre uzaklaştığında bile nokta gibi göründüğümüzü fark ettik. Garip bir duygu. Kimi zaman, nokta bile olamadık. Öyle bir heybet, ihtişam... Para orada sonuna kadar konuşmuş... ancak çok keyifli bir biçimde.






Açık alandaki bir bölümde tamamen Azeri sanatçıların eserlerine ayrılmış bir sergi vardı. Aynı boy, aynı biçim, aynı noktaya bakan farklı renk ve desenlerde geyikler....





Binanın etrafını dolaşmak herhalde yarım saatten fazla sürmüştür. Bir de durma fotoğraf çekiyoruz.

Sonunda giriş kapısını bulabildik... 2 kişi 22 Manat vererek biletlerimizi aldık ve kontrolden geçerek böyle bir devasa, yüksek, tavanı neredeyse görülmeyen bir yere adım attık. Bir broşür bulalım, ne yapacağımızı bilelim, değil mi? Broşür yoktu. Hatırlarsanız harita da yoktu otelde. Demek bu işi henüz bilmiyorlar. Ciddi bir eksiklik.




Paltolarımızı vestiyere bıraksak mı, bırakmasak mı acaba... bizden 30 Manat ister bunlar, diye ince hesaplar yapar iken, bedava olduğunu öğrendik :)

Görevlilerin yönlendirmeleri sonucunda önce sol taraftan başlamaya karar verdik. Asansörle 3cü kata çıkıp açık olan ilk kapıdan içeri girdik. Bir sergi salonu.



Bernard Buffet isimli bir Fransız ressama ait, her birinden olumsuzluk, felaket, karamsarlık fışkıran tabloları neredeyse tek tek dolaştık. Onca olumsuzluğa rağmen - bana göre, hiç sevmem modern resmi - niye tek tek dolaştık? Sergi alanı o kadar geniş ve ferahtı ki, bunalmadık. Aslında bana fenalıklar geldi de, idare ettim !!

Kuzenimden duyduğuma göre, Buffet önemli bir ressam. Sert ve sinirli bir tarzı olduğu konusunda hemfikiriz.  Kendisi (kuzenim) devrim sonrasında İran'a gittiğinde, sarayın yemek salonunda bu adama ait büyük bir tablonun asılı olduğunu görüp çok şaşırmış.


Girdiğimiz kapıdan dışarı çıktık. Koca koca alanlar, yüksek, çok yüksek kıvrımlı, sonu başı belli olmayan tavanlar, asma katlar arasında kaldık. Yürüyen merdivenlere yöneltildik bu sefer de.




 Üst katlarda yine modern sanata ait acayip acayip eserleri gördük.


Çok ilginç bir şekilde yapılmış, sanki koltukmuş gibi duran şeylere oturmak istedik, ama adamın birinin eseri mi, yoksa gerçekten oturmak için mi yapılmış anlayamadığımızdan oradaki görevliye danıştık. Oturabilirmişiz... Tabii, o kadar modern olunca rahat da olmuyorlar!!

Haydar Aliyev Kültür Merkezi Amerika'da yaşayan Irak'lı ünlü kadın mimar Zaha Hadid tarafından tasarlandı. Mimari konseptte ödül almış bir yapıt. Detay tasarımları Kıbrıslı Türk mimar Saffet Kaya Bekiroğlu tarafından yapıldı. 3.5 yılda tamamlanan bina, 205 milyon Euro'ya mal oldu. İçerisinde konser ve konferans salonları, kütüphane, müze ve sanat galerileri var.

Haydar Aliyev'in doğumunun 89. yıl dönümü olan 5 Kasım 2013 yılında açıldı.

Mimarisi, Azerbaycan mitolojisinde yer alan Hazar Denizi'nin yükselişini yansıtmakta.

Yukarda işimiz bitince aşağı inip bir sigara içiminden sonra sağ tarafı gezmek üzere yeniden katlara çıktık.

Bu bölüm tamamen müze olarak kullanılıyor. İlk katta Aliyev'e çeşitli devlet başkanlarından verilen ve müzeye bağışlanan - herhalde bağıştır diye düşündüm şimdi - kıymetli hediyeler tarih, kimin tarafından verildiği ve bir fotoğraf eşliğinde sergilenmiş.

Yine Aliyev'in hayatından kesitleri film, fotoğraf, belge eşliğinde sundukları bölüm de aynı katta bulunuyor.

Bir üst katta ise, Azerbaycan tarihi sergilenmiş.

Daha kullanıma açılmamış çok alan gözümüze çarptı. Bunlar nasıl dolacak, neyle dolduracaklar, kocaman bir soru işareti!!

Dolaşan sadece bizdik. Başka kimsecikler yoktu.

Epey bir gezindikten sonra giriş katında bulunan Cafe'ye gittik. Yine ultra modern bir yer. Elimize minik bir tablet verdiler. Yemek istediklerimizi oradan seçip tıkladık. Ama bu sefer kesinlikle et, kebap vs türü şeyler yememeye kararlıydık; neyse ki menüde de kayıtlı değildi. Alkol satışı da yoktu.


Günün Ateşgah'dan sonraki önemli 3 saatini de bu olağan dışı yerde geçirdikten sonra oradan ayrıldık.

Bakü önümüzdeki yıl, ilk kez düzenlenecek olan Avrupa Olimpiyatları'na ev sahipliği yapacak. Bu sebeple şehirde hummalı bir çalışma söz konusu. Devasa stadyum inşaatı var. Hiç yazmaya gerek yok, tabii ki modern mimari... Eski Sovyetler Birliği'nden kalma binalar restorasyonda. Sporcuların kalabilecekleri yerler haline getiriliyor. Her bir taraf şantiye. Bu inşaatların büyük bir çoğunluğunda Türk firmalarının isimlerini okuduk. Devlet kesenin ağzını açmış, akıtıyor, binalar da tikiliyor :) İnşallah bu modern, fazla modern binalar birbirlerini boğmaz.... böyle pis bir düşünceye kapıldık nedense.

Şehre geldiğimiz andan beri nefret ettiğimiz modern arabesk Hilton Otel'ine gidip içini görmeye karar verdik... Arabesk küp!! Ama yorgunluktan, tabanlarımızdan ateşler çıktığından o görüntülere hiç aldırmayıp,  barında rahat koltuklara gömülüp şaraplarımızı içtik.

Sonrasında yetmezmiş gibi otelimize kadar yürüdük.

Yok... akşam çıkacak halimiz hiç kalmadı. Püren, acıkırsa atıştırmak üzere Mado'dan ekler aldı :))

Otele vardık. Pek bir güzel geldi gözümüze ve vücudumuza...

Yarın sabah erkenden Bakü'den ayrılıyor ve ikinci durağımız olan Tiflis'e uçuyoruz.

Bakü, bizi çok güzel ağırladın. Mütevazı, güler yüzlü ve abartısız insanlarınla; tarihinle; modernliğinle bizi bayağı bir etkiledin. Teşekkür ediyoruz.

Seni bir daha ziyaret etmek isteriz. Hem de keyifle.

Ufak bir ayrıntı: Şehrin özellikle Hazar Denizi tarafındaki bulvarda dünya çapında ünlü modacıların  mağazaları var. Gucci, Dior, Burberry ve daha niceleri. Neredeyse bütün bu markaların çocuk mağazaları da aynı büyüklükte yan yana sıralanmışlar. Ana dükkanın içinde ufak bir bölüm tesis edeceklerine sıfırdan mağaza açmışlar. 3 gün boyunca içlerinde kimsecikleri görmedik. Ama anladığımız kadarıyla kapanmıyorlar da... Artık sadece bir kere gelen ne alış veriş ediyorsa.... Mütevazı, sade, gösterişten uzak yaşayan bir halkla hiç ilgisi yoktu. Ama oradaydılar işte.

İyi kalın, sağlıkta kalın.