Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Senin Antik Likya Yolu'nda Ne İşin Vardı Banu???

Eğer şu gülme krizimi atlatabilirsem yazmaya devam edebileceğim!!!

Yıl 2009; aylardan Ekim; mekan Datça.

Çok güzel organize olmuş bir trekking grubu var. Bunlar sarı yaz başlar başlamaz dağ, tepe yürürler. Civar ilçelerle de temas halindeler. Bir Köyceğiz grubu buralara, sonra bizimkiler Dalyan’a gidip dururlar.

Datça grubunun en büyük hayali, dört beş gün sürecek Antik Likya yolunun ilk etabını  yapmaktı.

Kendi aralarında iyice organize olduktan sonra bana ve Tarık abiye de teklif ettiler. Zorlu bir etapsa, ben yokum dedim. Benim için yürüyüş evden çıkıp bakkal – market – ev; şezlong – deniz – şezlong arası kadardır!! Tarık abiyse, ıslanırım diye denize girmeyen cins. Yok ya, denildi; elimizdeki krokiye göre fazla zor görünmüyor. Beşinci kilometreden sonrası biraz sıkıntılı gibi, ama yapamayacağınız bir parkur değil. Kroki dedikleri de, bir fotokopinin onbeşinci kopyası... hiç bir şey okunmuyor. Peki, kaç kilometre yürüyeceğiz? İlk gün yirmi. İyi, yürürüz...

Tamam, varız, biz de geliyoruz!!!

Sırt çantalarınız var mı?? Yooo... alınacak. Peki.
Termos?? Yooo... alınacak. Peki.
Yer minderi? Oturmak için mi? Saçmalama Banu; geceleri uyumak için.. Haaa; yok... alınacak. Peki.
Baston?? Nasıl yani... Ben öyle bastonla falan yürüyemem. Tarık abi, benim babamdan kalma bastonum var, olur mu??

İstanbul’dan gerekli malzemeler tedarik edildi. O sırt çantasındaki gözlerin çokluğuna inanamadım ben!! Yer yataklarımız da geldi...Onlar yuvarlandı; çantanın altına takıldı.  Aaaaa, valla tam otostopçu gençlere benzedik... Ha ha ha. Tarık’la o çantaları sırtımıza bile geçiremediğimiz o an bu işten vazgeçmeliydik aslında. Ama olmadı. O olanları yaşamamız gerekiyordu herhalde.

Bol bol bandana alın yanınıza... Ama bana bandana hiç yakışmaz... yüzüm yuvarlaktır; ayna gibi çıkar suratım ortaya... La havle Banu... Kızım, bandanaları başına değil boynuna saracaksın; kafandan akan terleri tutacak... Haaaa, desenize canım.... Tarık: benim kafam kel; ben başıma bağlayacağım. Tamam Tarık!!!

Kafa feneriniz var mı? Yok deve!!! Nasıl yani... niye fener... yani akşamları biz nerde yatacağız?? Rixos otelde canım... ???? Kredi kartı geçiyor mu?? BANU!!!  Hava kararmadan kalınabilecek bir yer bulursak orda geceleyeceğiz; yoksa nerdeysek orda... Nasıl yani....

Tarık’la beni bırakmaları gerekiyordu aslında. Yapmadılar!!!

Bol bol dut kurusu, erik kurusu, o kurusu, bu kurusu almamız gerek... Bizi kurutmaya mı niyetlisiniz siz ya??? Peki bunları kim taşıyacak? Arkamızdan eşekler gelecek mi? Çantalarımızı onlara yükleyeceğiz değil miiiii? Tarık, grupta senden başka sıkı yürüyüş yapan iki erkek var. Onlar bilmem eşekliği kabul ederler mi.... Hadi ya???

Bu minval üzre hazırlıklar tamamlandı; yola çıkış tarihi belirlendi. Güneş doğmadan yürüyüşe başlanması gerektiğinden sabaha karşı Datça’dan Kaş’a yola çıkmaya karar verildi ki..... Neeeee??? Aaaaa, ben öyle gider gitmez valla yürüyüşe falan başlayamam. Kahvemi içmeden şurdan şuraya gidemem..... Peki Banu; sen Tarık ve bir kişiyi yanına al; bir gün öncesinden gidin Kaş’a. Hah.... şimdi mutluyum Tarık da öyle. Üçüncü kişi Pelin’de.

Sakın yanınıza, yani sırt çantanıza gereksiz malzemeler almayın. Ama ama ama benim t-shirtlerim... şortlarım... derhal boşalt onları Banu.. Suya ihtiyaç var. Onu taşıyacaksın. Nerde senin uzun konçlu çorapların?? İstanbul’da... Allah cezanı vermesin.. iyi ki baktık; git hemen Migros’a, kendine bol bol erkek çorabı al!! Yürü... Peki.

Kararlaştırılan gün ve saatte Tarık ve Pelin’i toplayıp benim arabayla Kaş’a doğru yola çıktık. Aman bir şendik bir neşeliydik.



Aaa, solda ördekler var dedik,durduk; aaaa, sağda viraj ne de güzel dönüyormuş dedik, durduk.




Ve sonunda Kaş’a vasıl olduk. Hemen bir bara konuşlanıp diğer dört kişiyi beklemeye başladık.

Sonunda grup bir araya geldi. Sevinç, Ayşen, İstiklal ve Ahmet öncü ve sıkı trekkingci, ve bizler; yani Tarık, Pelin, ben.

Ahmet başına geleceklerden bi-haber nargile tüttürmeye başladı. İstiklal tüm ciddiyetiyle bir an önce yürüyüşe başlamak istedi.



Ana.... bizi bunlar daha bu geceden yer minderlerinde yatırmayı planlıyor galiba... Asla... biz otelde uyumak istiyoruz... İstiklal ve Ahmet, Ahmet’in kamyonetinde uyumaya karar verdi.



Bizler de uyduruk bir otel bulup, Tarığı başka bir odaya atıp, kadın kadına bir odayı paylaştık. Benim sırt çantam olay oldu. Bu işin erbabları çantayı boşaltıp öyle bir yeniden düzenlediler ki, içine bir o kadar daha malzeme konulabilinir hale geldi. Fakat sanki başıma gelecekleri tahmin etmişcesine, beni öyle bir gülme krizi tuttu ki, anlatamam. Sonunda gülmekten katılarak uyumuşuz.



(Ama lütfen bu arada yürüyüş ayakkabılarıma ve soketlere dikkat!!! )


OLEY.... yarın yürüyüşe başlıyoruz.... he he he.

O gece daha bitmeden kamyonette uyuyanlar tarafından cep telefonları vasıtasıyla uyandırıldık. Zaten iki lokma çantayla merkeze inip kahvaltı ettik.



Yola çıkmak üzereyken Sevinç, bütün grubu yanına topladı. Tarık ile beni bir kenara çekip hepsinin huzurunda boynumuza, kaybolmamız olasılığına karşın birer çıngırak taktı. Biz nerde olursak olalım, çıngırdattığınız an sizi buluruz dedi. Hepimizin bir başka kopma anıydı o.


Tarık'la benim bandanalarımızı sevsinler:))))

Yine iki arabaya doluşup hareket noktasına en yakın yere park etmeye gayret ederek yola çıktık.

Arabaları bir kampingin otoparkına bıraktık. Son kontrolleri yaptık, öncü birlik yaptı daha doğrusu; biz neyi kontrol edeceğimizi bilmiyorduk zira!! Sularımız, sellerimiz, kurularımız.. vs vs... Hadi bakalım... gazamız mübarek ola.

Öyle yol, iz, işaret falan olmayan bir yerde hafif tırmanışla başladık. Aaaa, Tarık İstiklal’le almış başını gidiyor. Bir yol ayrımına geldik. Sağdan mı soldan mı gidilecek.. Orada ilk dersimi aldım: İzlenmesi gereken yol benzeri yere kırmızı boyayla iki çizgi atılıyor. Yanlış yoldaysan tek kırmızı çizgi görüyorsun. Bu tek yön belirleyici,  yol boyunca çeşitli yerlerde karşına çıkıyor. İlla yolumsu şeyin kenarında olmuyor. Çoğu zaman bu işaretleri bir ağacın üstünde gördük!!! Mesela İstiklal ve Tarık yanlış yöne sapmışlardı.... Avaz çığlık, çıngıraklarla falan onları geri çağırdık. Cep telefonları çoktan kapsama alanının dışına çıkmışlardı bile!!

Ben iki saat falan yürüdüğümüzü sandığımdan minicik bir ses tonuyla, bir mola verelim miiiii? Meğer on beş dakika olmuş yola çıkalı. Ama mola verildi. Dört kişi sigara yaktı hemen; hiç içmeyen İstiklal, ormanı mı yakacaksınız, homur da homur... İçen Sevinç, herhalde biz de biliyoruz doğayı senin kadar korumayı, işte çöp torbam,... Eyvah... yeterince hızlı ilerliyemediklerinden ki bunun sorumluları ben ve Tarık ve azıcık da Pelin’iz... asabileşmeye başladılar... eyvah ki ne eyvah.






Yürümeye çalıştığımız yolun ilk başlangıcı yukarıdaki resimdeki taşlıktı. Bu zaten benim çekebildiğim son fotoğraf oldu. Bundan sonrakilerin hiçbiri bana ait değil. Ben de bana ait değildim zaten:))

Yürüyüşe devam.

Güzel bir kaya mezarının önünden geçtik. Henüz etrafımı çevreleyen güzelliğin farkında olmak beni şaşırttı. Sağ tarafımız Akdeniz ve uçurum; solumuz orman. Maviyle yeşilin inanılmaz buluşmasının arasında yürüyoruz.



Kaya mezarının önünde İstiklal


Ayşen, İstiklal ve KAHRAMANIM:)

Şipşirin bir koydan da geçtik. Orası biraz hayal meyal ama...









Ve geldiğimiz yeri yazıyla nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Demek ki beş kilometre yürümüş ve başta belirtilen o sıkıntılı alana ulaşmışız.

Yüzlerce yumurta biçiminde iri iri, yükseklikleri birbirine eşit olmayan  kaya oluşumları. Her oluşumun arasında derin oyuklar. Buradan yürüyerek geçmek mümkün değil. Zıplaya zıplaya aşabilirsin ancak. Ayağını basabildiğin alan da düz değil. Bir sivriliğin üstünde durmak zorundasın. Kazara ayağın aradaki boşluğa denk gelse, bacak kaç yerinden kırılır, düşünmek bile istemiyor insan.


İki gün sonra sahilden çektiğim fotoğraf. Ne kadar masum görünüyorlar ama....

İşte orası benim kırılma noktam oldu. Tek farkında olduğum, Ahmet’in süreki yanımda oluşu. Bir iki oluşumdan onunla el ele atladım. Daha doğrusu, o zıplıyor, elimden tutup beni çekiyor!!

Olamaz... Ben buradan geçemem. Geçmeyeceğim. İki kaya arasına bir ip germişler, ona asılarak karşı tarafa ..... Aşağımız uçurum.

Öncü grup vırt diye geçti. En arkada ben, Tarık ve İstiklal kaldık. Ama ben geri dönmek istiyorum. Ahmet önden, İstiklal arkadan hadi Banu, yapacaksın diye telkin veriyorlar. Ama olmuyor. Vücudum hiç bir komutu almamaya başladı. Sol ayağını at diyor Ahmet, sol neresi, ayağım nerde, ben kimim.... Sırt çantamdan nefret ediyorum. Sürekli beni geri çekiyormuş gibi sanki lanet. Onu bir atabilsem uçuruma.. atsam, sanki rahatlayacağım.

Ancak fotoğraftan görebildiğim kadarıyla, Ahmet’in önden çekiştirmesi, Tarığın arkadan itelemesiyle geçmişim. Geri dönüş şansımı da böylecene tümden kaybettiğim anladım o anda. Bunları yazarken halime çok gülüyorum ama, ama o an...




Ahmet beni bir yumurtanın üstüne oturtup Tarığa yardıma gitti. Herkes geçti!!!

Bacaklarım yara bere içinde kalmış... çizik içinde ve kanıyor... Beter ol Banu... Kadın sanki Flamingo Road’da yürüyüşe çıkmış gibi. Tek eksiği kolundaki fırfırlı pembe şemsiye!!! Diğerleri Rambo kıyafetlerle, bendeniz aynen yukarıdaki cümlenin özetiyim.


İstiklal, Tarığı alıp gidince anladım ki, Tarık emin ellerde. Ben de Ahmet’e emanetim.

Grup gözden kayboldu.
Ahmet’le yumurtaların üstünde kaldık. Canım ya, benim atmak istediğim sırt çantamı da üstlendi... Kendi sırtında en az yirmi/yirmi beş kiloluk yük var. Hadi gel, aşağı doğru inelim, orada daha rahat hareket edersin, dedi. Ona uymaktan, onu dinlemekten başka şansım var mı ki...

Adam iki yumurtalık bir bölümü atlayıp, bana, hadi gel diyor. Ben, ışığa yakalanmış tavşan gibi paralize haldeyim. Yine yukarı çıkıyor; elimden tutup, artık birazcık zorlayarak beni indiriyor. Ama bunların hiç birini ben yapmadım. Ciddiyim!!!

Son vardığımız noktada Ahmet’i  iki ayağı iki yumurta üstünde durmuş, kollarını açıp, atla, diye haykırırken hatırlıyorum. Sırtında iki adet sırt çantası, arkası uçurum... Nereye atlayacağım yahu... Boynuma... Oğlum, nasıl duracaksın sen?? Sana ne, ATLA.

Görüntü: Sipsivri kayaların üstünde duran, başında kocaman şapka, sırtında sırt çantaları olan bir adam; ve ona asılı kalmış, alelacaip pozisyonda bir başkası. Cinsiyeti belirsiz)  Hiç abartmadan yazıyorum: Kendime geldiğimde anımsadığım, nasılsa atlamışım; kollarımla boynuna, bacaklarımla beline sımsıkı sarılmıştım. Ve Duran Adam!!! Ama sallanıyoruz da bu arada. Sallanarak duran adam... Meğer sallanması, atladın işte, atladın işte deyip hafif sıçramasındanmış.... Neler çektin be Banu ve neler çektirdin o karadenuz uşağına...

Beni orada kendinden çözmesi bile bir mucizeydi aslında. Onu da yaptı. Yumurtaların üstüne oturduk. Hiç merak etme, bugün seni yürütmeyeceğim; dinleneceksin, şu titremen geçecek – yaprak gibi sallandığımı o an hissettim – gerekirse geceyi de burada geçireceğiz dedi. TAMAM AHMET.

Önümüz Akdeniz; şıkır şıkır bir su ve bu bu bu... ben SERAP GÖRÜYORUM GALİBA....
Görüntü: Yumurtaların üstünde bir kadın; iki dakika önce atlayamadığı için transa giren kadın; zıp zıp zıplayarak, ellerini kollarını sallayarak, İMDATTTTT.... BENİ BURDAN KURTARIN diye kendinden geçmiş bir halde feryat ediyor.... Tekne tam şuracakta duruyordu....
Sonraki görüntü: Ahmet, benden daha hızlı bir şekilde el kol hareketleri yapıyordu.... Yazık adama ya.... Beni bir başından atsa, öyle bir OHHH diyecek ki.

Megafondan gelen bir erkek sesi duyuldu. Derdiniz ne??  Dert bende, derman sende.... Geri dönmek istediğimi, beni alıp alamayacaklarını sorduk. Meğerse dalış teknesiymiş. Akşama kadar oralarda kalacaklarmış. Ama arzu edersem SAHİL GÜVENLİĞE koordinatlarımızı bildirip beni almalarını sağlayabilirmiş. EVET, ARZU EDİYORUM... Son kararım.

Sahil Güvenliğe haber verilmiş, yarım saate gelip beni alacaklarmış. Oh ne âlâ....

Ahmet, Banucuğum, bota binebilmen için aşağı kadar inmek zorundayız ama, dedi. İnerim. İnmeliyim. İneceğim.

Bu arada, cep telefonlarının tekrardan kapsama alanında olduğunu anlayıp hemen Tarık arandı. Durum anlatıldı. Ben dönüyorum, güvenlik beni almaya geliyor. Bak abi, istersen gelip seni de alalım. Bir kahramanlığı tutmuş olmalı ki, devam edeceğini söyledi. PEKİ.

Eyvah; düşürürüm falan diye korkumdan arabanın anahtarını bir başkasına vermiştim. Sevinç arandı; kadın o “yolu” geri yürüdü; Ahmet geri tırmandı; prensesin anahtarı geldi....

Sırt çantamdaki sular ve kurular Ahmet’in çantaya aktarıldı. Göreceli bir kolaylıkla kayaların sonuna inilmişken Sahil Güvenlik Motoru içinde üç dört denizci eratla göründü. Şaka gibi valla...

Tekne kayalıklara “yanaştı”. Atla bacım... Yok ya... Atlamam... zira atlayamam... zira atlayamayacağım. Sanırım o sırada deliliğim tavan yapmıştı....

Görüntü: Lanet sırt çantasını teknede gördüm. Bota ulaşmama sadece bir metre kadar mesafe kalmışken... iki elim havada Ahmet tarafından tutulmuş; bir ayağım inatla kayanın bir oluğuna girmiş, asla çıkmıyor; diğer ayağım ve bacağım bir eratın elinde sürekli çekiştiriliyorum.... Emin değilim ama, galiba o sırada sürekli haykırıyordum... (Bunları yazarken durmadan gülüyorum o halime... Gözümden gerçekten yaşlar akıyor).

Sonunda ellerim bırakıldı; ayağım o lanet oyuktan çıktı.... aaaa ama ama ama ben teknedeyim. Hareket ederken bir gayret ayağa kalkıp, bana el sallayan koca şapkalı karadenuz uşağına, HAYATIMI SANA BORÇLUYUM diye seslenip botun içine çöktüm.

Kaş’a vardık. Nefret ediyorum oradan. Bottan inerken, borcum ne kadar, diye sorduğumu hayal meyal hatırlıyorum. Adamlar gülümseyip, bu bizim vazifemiz efendim, dediler. Allah razı olsun kardeşim.

İskeleye çıktım. Hanımefendi, sırt çantanızı bırakmışsınız... haa... hay allah!!!

Düz yoldayım... Asfalttayım.. Ve hareket edeli sadece ve sadece üç saat olmuş.

Datçalıların güzel deyişleri olduğunu yazmıştım geçenlerde. Aksak, topal kişilere ayıp olmasın diye, ayağını yürürken arkada unutuyor, derler... Ben her adımda, bir ayağımı arkada unutuyorum.

Bir kahveye gidip oturdum. Pek bir zımba gibiyim... Türk kahvesi, sonra bira, bir bira daha. Artık gitmek istiyorum buradan. Ama hazır da yola çıkmışım, Datça’ya dönme Banu, Kalkan’a Pırat Otel’e git; iki üç gün orada kal, sonra dönersin köyüne yönünde bir karar verip mutlu olduktan sonra, Garson, hesap lütfen dedim.

Hesap geldi, lanet sırt çantası açıldı, içinde bir debelenme başladı. Para çantam yok!!! Tüm param, ehliyet, kredi kartlarım hepsi içinde olan çanta YOK.

Para bekleyen adama, çantam yok, dedim. Eve gider gitmez havale ederim, banka hesap numaranı ver.. BUNU DA YAŞAMAMAM GEREK ŞİMDİ.

Birden aklıma Kaş’ta yazlığı olan bir arkadaşım geldi. Cep telefonuyla ona ulaştım. Ali, durum böyleyken böyle. Senin burada arkadaşların vardır, ben şu kahvedeyim, Allah aşkına biri bana iki yüz, üç yüz lira getirsin.

Artık ehliyetsiz yola çıkmayı göze almışım... şurdan bir kurtulsam....

Yarım saat sonra Ali’nin arkadaşı olduğunu söyleyen bir adam parayı getirdi. Hayatta asla şunu olmam, bunu yapmam dememeli insan... Yüzsüzleşebileceğim hiç aklıma gelmezdi; sonuna kadar yaptım. Hiç utanmadan, arabanız var mııııı...  beni arabama kadar götürür müsünüzzzz diye sormuşum. Derdim, taksiye para vermemek. Adamın arabası yokmuş.
Başımda hâlâ on iki lira tutan hesabı almak için bekleyen garsona tam miktarı verip bir taksiye atladım ve arabama yollandık.

Arabanın kapısını açtım. Sağ taraftaki ön koltuğun baş yaslama bölümünün üstünde para çantam ağzı açık, cama karşı duruyordu. Onu neden orada öyle bırakmışım; camı kırıp neden almamışlar, hiç bilmiyorum.

Bana borç getiren adamı arayıp yola gelmesini, parasını vereceğimi söyledim. İnanamadı. Hemen ödedim.

Hazır paran var, herşey kontrol altında, e hadi, git bakalım Kalkan’a dedim.

Aman da güzel Kalkan’ım benim. Aman da güzel Pırat Oteli. Ekim ayı olduğu için herhalde, güzel de bir indirim yapıp deniz manzaralı oda verdiler.

Ah ben demiştim, şortlarım, t-shirtlerim diye. Buyur bakalım Banu, kaldın mı bir şort ve iki dandik t-shirte. Ve ayağında günlük yürüyüş ayakkabılarına. Şampuan, saç kremi, diş macunu, diş fırçası da yok yanında. Ne o, kuru taşıyacağız...

Hemen aşağı inip limanda duran gezi motorlarından birine ertesi gün saat onda gezi ayarladım.

Ama bir acaiplik var bende. Eğilemiyorum, basamak çıkamıyor ve inemiyorum. Oturamıyorum da... Ne oldu acaba!!!

O gece erkenden yatıp uyudum.

Sabah erken saatlerde bir telefon. İstiklal arıyor. Banu nerdesin? Kalkan’dayımmmmm... Tarık abi devam edemeyecek; Kaş’taki Sahil Güvenliği onu alması için gönderebilir misin acaba??  Sen Kaş’a vardığında beni ara, ben onlara kordinatlarımızı vereceğim. Peki İstiklal. Hemen gidiyorum.

Tekne turunu ertesi güne erteleyip Kaş’a tekrardan döndüm. Sahil Güvenliğe durumu anlattım. İstiklal arandı, bilgiler alındı ve bot yola çıktı.

En yakındaki kahveye gidip bir demlik dolusu çay demlemesini rica ettim. Sallama olmasın sakın, dedim.

Banu, Tarığı gördüğünde sakın gülme Banu. Ama sakın gülme. Kendi halini hatırla ve put kes Banu.

Bot göründü. Tarık iki eratın arasında, bandanası yana kaymış, yüzündeki bütün uzuvlar yere dönmüş, mutsuz, umutsuz... Babasından kalma baston kırılmış, ama o yarım parça hâlâ elinde sahile çıktı. Ben put.

Sigara, dedi. Verdim. Yakası açılmadık küfürleri peşpeşe sıralamaya başladı. Sigara, dedi. Verdim. Küfür ve sigara ikilisi... Bir gün arayla iki kişi yürüyüşten vazgeçince Sahil Güvenliğin Komutanı bizi görmek istemiş. Ne oluyor, ne bitiyor durumları herhalde. Bunun elinde kırık baston, dudaklarının arasında nerdeyse üç sigara birden, sırt çantası benim omuzda, komutanın karşısına dizildik. Durma küfreden bir adam... Neyse ki işlemler fazla uzun sürmedi ve teşekkür ederek oradan ayrıldık.

Bir demlik dolusu çayı içti ve kendine geldi. Sonrasında ikimiz de bir türlü geçiremediğimiz gülme krizine yakalandık.

Ona programımı söyledim. Ben de geliyorum dedi ve biz tekrardan Kalkan’a döndük. Yolda geceyi anlattı. Açıkta yatmak zorunda kalmışlar. Oranın tüm sivrisinekleri bunu bulmuş. Bir türlü tuvalete gidememiş. Her tarafına taşlar, otlar batmış. Ve böylecene geri dönmeye karar vermiş.

Otele varıp da üç dört saat odasında dinlendikten sonra buluştuk.


Yürümeye başladık. Banu sağa bak... Hafif bir yokuş... hemen yol değiştirilip düz ayak yollar arandı!! İnilmeyecek ve çıkılmayacak yollar... Kalkan’da da zordur bu iş. Aman ya, dedim; ne zorluyoruz kendimizi; gel arabayla dolaşalım. Hadi dolaşalım. Ne mümkün.. ikimizin de arabaya binebilmesi yarım saat; inmesi diğer bir yarım saat. Ne bacaklarımız kalkıyor, ne kalçalarımız rahat ediyor...

Akşam yemeğimizi yerken yola beraber çıktığımız Pelin’den bir telefon. Banu, nerdesinizzz? Kalkan’dayız canım; hayrola.... Ben ayağımı burktum; şimdi Kalkan’a doğru yola çıkıyorum; yarın görüşürüz.... Pelin, ben tekneyle çıkıyorum yarın; sen de gelmek ister misin. Ah evet, beni bekleyin mutlaka. Tamamdır.

Tarık asla ve kata tekneyle çıkmam deyince biz iki kadın bütün gün tekneyle dolaştık. Akşam otelin olağanüstü manzaralı barında içkilerimizi yudumlayıp sohbetler ettik; akşam yemeğimizi yedik.




O gecenin sabahında da Datça’ya doğru yola çıktık.

Geri kalanlar yürüyüşü tamamladılar. Kendi başlarına olduklarından, kimseden sorumlu olmadıklarından normal tempolarında yürümüşler. Son derece de mutlulardı.

Onlar döndükten bir hafta sonra Eski Datça’da Mehtab'ın yerinde sabah kahvaltısında bir araya geldik. Tarık ile ben baş köşede yerlerimizi aldık valla. Hiç utanmadan ve de sıkılmadan.



Daha sonraki günlerdeyse ben ve Sevinç beraberce bütün grubu benim evimde ağırladık. Yedik, içtik ve de çok güldük.




O gece Ahmet, tüm gezinin en güzel esprisini yaptı: İyi ki hayatını kurtarmışım da böyle keyifli bir geceyi bizlere yaşatıyorsun Banu.

Tarığın güzel sesinden hiç unutamayacağım Türk Sanat Müziği eserlerini dinledik. Nereden sevdim o zalim kadını; nihansın dideden ey.... gibi gibi.....

 


Nurlar içinde yat Tarık Gündevir... Seni kaybedeli bugünlerde iki mi üç yıl mı olacak. Rahmet mi istedin be adam, diyeceğim; bir ton küfür edeceksin bana.... Ama izin ver de, mekanın cennet olsun diyeyim.

Geri kalanlar, sağlıkla, huzurla... daha iyi günlere.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder