Gittim mi gittim. Gördüm mü, evet gördüm. Boyum uzadı mı? Hayır.... Yani mutsuz döndüm. Tek tesellim, aklımda kalmamış olması. Eğer gitmemiş olsaydım, hadi Banu, hadi Banu deyip duracaktım.
Neden sevmedim? Bu adalar bana ağır geldi. Öyle 30'lu, 40'lı yaşlar falan değil, en fazla 25 yaşında bu adalar gezilmeli, bitirilmeli. Vücudum bu kadar yorgunluğu, saatlerce bir tahtanın üstünde hızlı tekneyle gezintiyi kaldırmıyor. Belim, boynum her tarafım tutuldu. Çok sıcaktı. Gün boyu deli bir güneş altında ha o kuşu göreceğiz, ha bu kuşu kaçırmayalım diye çorak arazide gezinmekle geçti.
İstanbul'dan beraber yola çıktığımız rehberimiz Gallapagos'a gelemedi. Yanımda, geziye beraber başladığımız, hiç bir yabancı dil konuşamayan bir kadıncağız vardı. Onun rehberliğini de üstlendim. Dil bilmemesi önemli olmayabilirdi, ama kadınla karşılıklı olarak kimyalarımız hiç uyuşmadı. Birbirimizden resmen nefret ettik!!! Zaten yapı olarak birine bu kadar bağımlı olmak veya birinin bana bu kadar bağımlı olması beni deli eder... Nitekim de etti.
Neyse, gelelim asıl konuya....
Ekvador'daki son durağımız olan Guaquil'den sabaha karşı bizi San Cristobal adasına götürecek uçağa binmek üzere alana gittik. Öyle, hadi ben gidiyorum deyince olmuyormuş bu işler... Alanda özel bir bölümden 100 USD karşılığı bir makbuz alıyorsun. Sonra bavulların özel bir kontrolden geçiyor. Aslında uzun lafa gerek yok. Çok kısaca, sen öl, hayvanlar yaşasın!!! Yani, bavulunda zararlı bir şeyler var mı, yok mu o kontrol ediliyor... Bir de üstüne üstlük, adaya girerken de 20 USD ayak bastı parası alıyorlar. Makbuzları saklamanız gerek - aslında bir tanesini saklamak gerekiyor da, şimdi unuttum hangisi olduğunu, adalardan ayrılırken istiyorlar. Ödediğiniz paraların iade edildiğini düşünüyorsanız, sadece çok iyi niyetlisiniz diyeceğim size...
Uçuş 1 saate yakın sürüyor, saat farkı bile değişiyor bu süreçte. Saatlerimizi 1 saat daha geri alıyoruz.
San Cristobal adasındayız. Rehberimizin ayarladığı taksi bizi bekliyor. Taksiler de alışık olduğumuz damalı cinsten değil. Beyaz pick-up. Arkası açık. Nedenini 2 kişi gördükten sonra anlıyorsunuz. Millet, yani gençler, sörf tahtalarıyla geldiklerinden arkaya onları yığıyorlar.
Otele geldik, şöför bizi bekleyecek, bavulları bırakıp ada turuna götürecek. Nasıl yani? Rezervasyon yok... Ve de İngilizce konuşulmuyor!! Ve ben İspanyolca bilmiyorum!!! Çat pat İtalyancam nasıl da işe yaradı... Bir şekilde rezervasyonumuz bulundu, valizlerimizi odalarımıza bırakıp hemen araca bindik.
Sürücüde de sıfır İngilizce!!! Bir şeyler anlatıyor da ne??
Adalardaki tüm sürücüler, her 2 kollarına da bilekten neredeyse dirseğin üstüne kadar uzanan kolluklar takıyorlar. Güneşe karşı bir önlem. Işınlar o kadar dik geliyor ki, en düşük koruma faktörlü güneş kremi 100'den başlıyor... Bulamaç halinde kullanmak gerekiyor.
Bir yere geldik, bizimki arabayı durdurdu. Bize bir yol gösterdi - oradan gideceğiz galiba, ben sizi burada bekliyorum, dedi. Hadi yallah. Bura nere? Ne var? Biz ne yapacağız burda??
Öğlen güneşinin altında başladık bembeyaz kumsalda yürümeye. Git git bitmiyor. Sonunda aşağıda fotoğrafları olan bölgeye vasıl olduk.
Okyanusa giren, dalış ve sörf yapan gençler doldurmuş burasını.
İşte şekil A. Yaş ortalaması bu kadardı.
Aman da bir kuş. Hemen çekelim!!!
Koltuk altlarında gitar ve sörf tahtası olan Bob Marley tipi gençler. Benim burada ne işim var???
Ben kendime bir çardak altı bulup oraya konuşlandım. Yanımdaki kadıncağız ben yürüyeceğim dedi, buyrun dedim. Gitti, geldi, bir şey yokmuş, dedi. Araca geri döndük.
Hiç bir esprisi olmayan yollardan geçip gidiyoruz. Nereye gidiyoruz, onu da bilmiyoruz. Sürücü sürekli konuşuyor da anlayan yok.
Yine durduk bir yerde. Bir tepeyi gösterince anladık ki, oraya tırmanılacak... Peki....
Cerro Tijeretas ve Junco krater gölüne gelmişiz. Hava puslu. Tepeden gölün görülemeyeceğini varsayıp ben yukarı tırmanmayacağım, sizi burada beklerim, deyip yanımdakini yolladım. Zaten hiç bir şey kaçırmamaya yeminli.
Gölü görememiş hava muhalefetinden dolayı... Ben demiştim ama.
Konuşlandığım yerden manzara.
Torguga Bay adanın bir başka tarafında yer alan, yine uzun bir yürüyüş sonrası ulaşılabilen doğal güzel bir koy. Deniz berrak, mavi, ağaçlar yeşil....
İşte böyle bir yol ve manzara arasından yürüyüp aşağıdaki sahile vardık.
Öğleden sonra yeniden kaplumbağalarla haşır neşir olacağız. Ama öncesinde pek bir gurur duydukları lav mağarasını gezdik. İlginçti, evet.
Kaplumbağa kasabasına hoş geldik:))
Diyelim ki yoruldun, canın bir kahve içmek istedi. Yok... yok yani. Oturup hayvanları rahatsız etme, gör ve çık git. Bu kadar kısa ve öz.
Lav mağarasının içi.
Rehbere göre, böyle kafasını uzatan bir kaplumbağ görmek büyük bir şansmış. İnsan tanıyan anlamına gelirmiş. Onun yalancısıyım. Ama vallahi uzun uzun baktı durdu.
Yaşlarını tahmin etmek oldukça zormuş. DNA örneği alınıp Amerika'ya gönderilmesi gerektiğinden oldukça pahalı bir yöntemmiş.
İşte benim yüzümü güldüren, kahkahalar atmama sebep olan güzellikler. Bir bankta otururken, gruluk gruluk diye bir ses duyuyorsun. Ne oluyor diyor ve sağına soluna dönüp baktığında bir güzelliğin hemen yanı başına tırmandığını, yalandığını, yerleştiğini görüyorsun. Her an bank bunlara doluverir. Zaten belirli alanlara girmen, orada oturman - şehir içinde, yasak. Deniz aslanlarına ayrılmış yerler var resmen.
Tembel deniz aslanı yavrusu:)) Balık pazarında insanların ayaklarının diplerinde günlük yiyeceklerinin peşinde. Ben senin o bakışına kurban olurum:)
Şehir içinde dolaşan pelikanlar... her an her yerde karşına çıkıyorlar.
Pek yemek fotoğrafı paylaşmayı sevmem, ama bu özeldi. Ceviche... Çiğ balıktan yapılan bir lezzet bombası.
Ve işte son günümüzde meşhur mavi ayaklı Sümsük kuşlarını görebilmek için Seymour North adasındayız.
İlk kez burada denize girdim. Hamam suyundan farksızdı.
Doğal ortamda at sineklerinden korunmak adına en doğal haliyle ben....
Flamingo gördüğüm için çok heyecanlandım. Çok zarif kuşlar. Bayıldım.
Fırkayetn kuşu. Bu erkek. Bütün renkli, gösterişli hayvanlar erkekmiş. O da dişilerini bulanan kadar. Ama yuvayı bekleyen de erkek kuş.
Ve de gezinin tüm amacı olan mavi ayaklı sümsük kuşu... Ayaklarının rengi belli değil. Zira ben ancak döndükten sonra bunun o kuş olduğunu anladım!! Sıcaktan o kadar mutsuzdum ki, ve fakat insanlar o kadar fotoğraf çekiyorlardı ki, hadi ayıp olmasın diye deklanşöre bastığımı hatırlıyorum. Basmasaydım bu fotoğraflar bile olmayacaktı arşivimde.
Bu da erkek ve altında yumurtalar var.... çok şekerler ya...
4 günlük Gallapagos gezim işte böyle geçti.
Adalarda yaşayan nüfusun yaş ortalaması tahminimden daha yüksekti. Son derece güler yüzlü insanlar. Kendi hallerinde yaşıyorlar. Ancak yaşam pahalı. Ciddi pahalı.
Adadan hava limanına 2 aşamalı gittik. Önce tekneye binip en fazla 10 metre sonra tekneden inip orada kuyruğa girip bir otobüsün bizi almasını bekledik. Her iniş biniş için 2'şer USD ödedik. 10 USD deseler ödeyeceksin, başka şansın yok...
Ana karaya, Guayaquil'e ayak bastığımızda dünyanın mutlu insanlarından biriydim....
Ama evet, iyi ki gitmişim. İyi ki daha sonraki zamanlara, yaşlara bırakmamışım diyorum.
Bir dahaki gezime kadar iyi kalın, sağlıkta kalın.
Neden sevmedim? Bu adalar bana ağır geldi. Öyle 30'lu, 40'lı yaşlar falan değil, en fazla 25 yaşında bu adalar gezilmeli, bitirilmeli. Vücudum bu kadar yorgunluğu, saatlerce bir tahtanın üstünde hızlı tekneyle gezintiyi kaldırmıyor. Belim, boynum her tarafım tutuldu. Çok sıcaktı. Gün boyu deli bir güneş altında ha o kuşu göreceğiz, ha bu kuşu kaçırmayalım diye çorak arazide gezinmekle geçti.
İstanbul'dan beraber yola çıktığımız rehberimiz Gallapagos'a gelemedi. Yanımda, geziye beraber başladığımız, hiç bir yabancı dil konuşamayan bir kadıncağız vardı. Onun rehberliğini de üstlendim. Dil bilmemesi önemli olmayabilirdi, ama kadınla karşılıklı olarak kimyalarımız hiç uyuşmadı. Birbirimizden resmen nefret ettik!!! Zaten yapı olarak birine bu kadar bağımlı olmak veya birinin bana bu kadar bağımlı olması beni deli eder... Nitekim de etti.
Neyse, gelelim asıl konuya....
Ekvador'daki son durağımız olan Guaquil'den sabaha karşı bizi San Cristobal adasına götürecek uçağa binmek üzere alana gittik. Öyle, hadi ben gidiyorum deyince olmuyormuş bu işler... Alanda özel bir bölümden 100 USD karşılığı bir makbuz alıyorsun. Sonra bavulların özel bir kontrolden geçiyor. Aslında uzun lafa gerek yok. Çok kısaca, sen öl, hayvanlar yaşasın!!! Yani, bavulunda zararlı bir şeyler var mı, yok mu o kontrol ediliyor... Bir de üstüne üstlük, adaya girerken de 20 USD ayak bastı parası alıyorlar. Makbuzları saklamanız gerek - aslında bir tanesini saklamak gerekiyor da, şimdi unuttum hangisi olduğunu, adalardan ayrılırken istiyorlar. Ödediğiniz paraların iade edildiğini düşünüyorsanız, sadece çok iyi niyetlisiniz diyeceğim size...
Uçuş 1 saate yakın sürüyor, saat farkı bile değişiyor bu süreçte. Saatlerimizi 1 saat daha geri alıyoruz.
San Cristobal adasındayız. Rehberimizin ayarladığı taksi bizi bekliyor. Taksiler de alışık olduğumuz damalı cinsten değil. Beyaz pick-up. Arkası açık. Nedenini 2 kişi gördükten sonra anlıyorsunuz. Millet, yani gençler, sörf tahtalarıyla geldiklerinden arkaya onları yığıyorlar.
Otele geldik, şöför bizi bekleyecek, bavulları bırakıp ada turuna götürecek. Nasıl yani? Rezervasyon yok... Ve de İngilizce konuşulmuyor!! Ve ben İspanyolca bilmiyorum!!! Çat pat İtalyancam nasıl da işe yaradı... Bir şekilde rezervasyonumuz bulundu, valizlerimizi odalarımıza bırakıp hemen araca bindik.
Sürücüde de sıfır İngilizce!!! Bir şeyler anlatıyor da ne??
Adalardaki tüm sürücüler, her 2 kollarına da bilekten neredeyse dirseğin üstüne kadar uzanan kolluklar takıyorlar. Güneşe karşı bir önlem. Işınlar o kadar dik geliyor ki, en düşük koruma faktörlü güneş kremi 100'den başlıyor... Bulamaç halinde kullanmak gerekiyor.
Bir yere geldik, bizimki arabayı durdurdu. Bize bir yol gösterdi - oradan gideceğiz galiba, ben sizi burada bekliyorum, dedi. Hadi yallah. Bura nere? Ne var? Biz ne yapacağız burda??
Öğlen güneşinin altında başladık bembeyaz kumsalda yürümeye. Git git bitmiyor. Sonunda aşağıda fotoğrafları olan bölgeye vasıl olduk.
Costa Rica'dakiler kadar muhteşem olmasalar da, bol bol iguana gördük.
Okyanusa giren, dalış ve sörf yapan gençler doldurmuş burasını.
İşte şekil A. Yaş ortalaması bu kadardı.
Aman da bir kuş. Hemen çekelim!!!
Koltuk altlarında gitar ve sörf tahtası olan Bob Marley tipi gençler. Benim burada ne işim var???
Ben kendime bir çardak altı bulup oraya konuşlandım. Yanımdaki kadıncağız ben yürüyeceğim dedi, buyrun dedim. Gitti, geldi, bir şey yokmuş, dedi. Araca geri döndük.
Hiç bir esprisi olmayan yollardan geçip gidiyoruz. Nereye gidiyoruz, onu da bilmiyoruz. Sürücü sürekli konuşuyor da anlayan yok.
Yine durduk bir yerde. Bir tepeyi gösterince anladık ki, oraya tırmanılacak... Peki....
Cerro Tijeretas ve Junco krater gölüne gelmişiz. Hava puslu. Tepeden gölün görülemeyeceğini varsayıp ben yukarı tırmanmayacağım, sizi burada beklerim, deyip yanımdakini yolladım. Zaten hiç bir şey kaçırmamaya yeminli.
Gölü görememiş hava muhalefetinden dolayı... Ben demiştim ama.
Konuşlandığım yerden manzara.
Tepeye tırmandıran ahşap basamaklar.
Bir sonraki günümüz tamamen dev kaplumbağalarla geçti. Hayvanlar hakkında gerekli, gereksiz ne kadar şey varsa belleğimize yazıldı:))
Hele bir dur derken.... İnsanoğlundan o kadar uzak yaşamışlar ki, onlardan gelebilecek tehlikelerin farkında değiller. Herkes dost, ahbap. Yaşadıkça, gezdikçe o sıkı önlemlerin sebeplerini bir nebze olsun anladım.
Üstündeki tozu toprağı suya bırakan, yani öz cümle yıkanan bir kaplumbağ.
Bir gün sonra Isla Espanola'ya bir tekne gezisi yapıldı.
Sahilde otururken okyanus dalgalarını izlemek, onların arasında olmaktan çok daha keyifli. Yok, ben deniz insanı değilim. 2.5 saatlik gidiş süresince, teknede tek kusmayan kişiler bizdik. Ama kusanlardan içimiz dışımıza çıktı, o ayrı konu. O kadar yolu yüzmek için gitmişiz meğer. Benim o meşhur eşşek saatim gelip üstüme yapışıverdi. Ne yüzdüm, ne bir şey.. hom hom homurdandım bütün gün:))) Evime gitmek istiyorum. Sık dişini Banucuğum, çoğu gitti azı kaldı. Bak yarın yeni bir adaya gidiyorsun. Belki orada daha bir mutlu olursun...
Adalar arasında transfer teknelerle yapılıyor. Teknelere biniş ve iniş de başlı başına bir seremoni... Önce iskeleden ufak botlara biniyorsun, 2/3 metre gidip oradan asıl teknelere zıplıyorsun. Elinde bavullar falan... Gemi turu bile almış olsan bile, iskeleye geçiş aynı sistem çalışıyor.
Ara geçişlerin yapıldığı botlar.
Bizim gideceğimiz Santa Cruz adasına sefer yapan bir sürü firma var. Yerimiz x teknesinde ayrılmış, isim ve pasaport numaralarımız verilmiş. Kim demiş onu? Ne ismimiz var, dolayısıyla ne de pasaport numaralarımız!! İngilizce bilmeyen arkadaş rahat, biri nasılsa koşturuyor!!! Kadın beni deli etti resmen.
Uzun uğraşlar sonucu yeniden bilet aldım ve bizi bir tekneye yerleştirdiler. Meğerse, bizim oradaki işlemlerimizi yapan yerel acente kendi ismini yazdırmış!!! Ben de aranıp duruyorum.. Biri de, neden bu kadar koşturup beni yoruyorsun, nasılsa bir şekilde gideriz diyor. Nasıl gideceğiz? Günde sadece 1 sefer var. Bulamadık, kaldık ertesi güne. Otel yok, yer yok. Bir de onlarla uğraşacağım....
San Cristobal adasından Santa Cruz'a 3 saate yakın bir sürede langır lungur, dalgalara bata çıka gelebildik. Aynı seremoniyle tekneden inilip botlara binildi, sonra iskeleye çıkıldı. Bir taksiye bindik, oteli bulamadı!!! Anam ben bulurdum önceden söyleseydin.. la havle.....
Otel bulundu. Odalarımıza yerleştik. Bizi gezdirecek, İngilizce konuşan rehberimiz geldi, O gün işte canım asla gezmek, orayı, burayı görmek istemiyordu. Yalnız kalayım, adayı kendim dolaşayım havasındaydım. Nerdeeeee..... Sabahki ilk turu atlattım, ama öğleden sonrakine mecburen katıldım.
Las Grietas kaya oyuğuna gitmişler. Bizimki bayılmış bayılmış. Rehberin verdiği şnorkellerle yüzmüş. İyi yapmış.Torguga Bay adanın bir başka tarafında yer alan, yine uzun bir yürüyüş sonrası ulaşılabilen doğal güzel bir koy. Deniz berrak, mavi, ağaçlar yeşil....
İşte böyle bir yol ve manzara arasından yürüyüp aşağıdaki sahile vardık.
Öğleden sonra yeniden kaplumbağalarla haşır neşir olacağız. Ama öncesinde pek bir gurur duydukları lav mağarasını gezdik. İlginçti, evet.
Kaplumbağa kasabasına hoş geldik:))
Diyelim ki yoruldun, canın bir kahve içmek istedi. Yok... yok yani. Oturup hayvanları rahatsız etme, gör ve çık git. Bu kadar kısa ve öz.
Lav mağarasının içi.
Rehbere göre, böyle kafasını uzatan bir kaplumbağ görmek büyük bir şansmış. İnsan tanıyan anlamına gelirmiş. Onun yalancısıyım. Ama vallahi uzun uzun baktı durdu.
Yaşlarını tahmin etmek oldukça zormuş. DNA örneği alınıp Amerika'ya gönderilmesi gerektiğinden oldukça pahalı bir yöntemmiş.
Tembel deniz aslanı yavrusu:)) Balık pazarında insanların ayaklarının diplerinde günlük yiyeceklerinin peşinde. Ben senin o bakışına kurban olurum:)
Şehir içinde dolaşan pelikanlar... her an her yerde karşına çıkıyorlar.
Kuşlara ait şehir parkı!!
Ve işte son günümüzde meşhur mavi ayaklı Sümsük kuşlarını görebilmek için Seymour North adasındayız.
İlk kez burada denize girdim. Hamam suyundan farksızdı.
Amerikalılar bölgedeki üslerden çekilirken bütün mavnalarını batırıp öyle gitmişler. 100'lerce var denildi. İşte bunlardan bir tanesi denizden çıkarıldığı haliyle sahilde sergileniyor.
Flamingo gördüğüm için çok heyecanlandım. Çok zarif kuşlar. Bayıldım.
Fırkayetn kuşu. Bu erkek. Bütün renkli, gösterişli hayvanlar erkekmiş. O da dişilerini bulanan kadar. Ama yuvayı bekleyen de erkek kuş.
Ve de gezinin tüm amacı olan mavi ayaklı sümsük kuşu... Ayaklarının rengi belli değil. Zira ben ancak döndükten sonra bunun o kuş olduğunu anladım!! Sıcaktan o kadar mutsuzdum ki, ve fakat insanlar o kadar fotoğraf çekiyorlardı ki, hadi ayıp olmasın diye deklanşöre bastığımı hatırlıyorum. Basmasaydım bu fotoğraflar bile olmayacaktı arşivimde.
Bu da erkek ve altında yumurtalar var.... çok şekerler ya...
Bir taraftan yukarıdaki taşların üstünde düşmeden, ayağını takmadan yürümeye çalışacaksın, bir taraftan güneşten korunup at sinekleriyle boğuşup kuşları kaçırmamaya çalışacaksın. Biraz genç işi.
4 günlük Gallapagos gezim işte böyle geçti.
Adalarda yaşayan nüfusun yaş ortalaması tahminimden daha yüksekti. Son derece güler yüzlü insanlar. Kendi hallerinde yaşıyorlar. Ancak yaşam pahalı. Ciddi pahalı.
Adadan hava limanına 2 aşamalı gittik. Önce tekneye binip en fazla 10 metre sonra tekneden inip orada kuyruğa girip bir otobüsün bizi almasını bekledik. Her iniş biniş için 2'şer USD ödedik. 10 USD deseler ödeyeceksin, başka şansın yok...
Ana karaya, Guayaquil'e ayak bastığımızda dünyanın mutlu insanlarından biriydim....
Ama evet, iyi ki gitmişim. İyi ki daha sonraki zamanlara, yaşlara bırakmamışım diyorum.
Bir dahaki gezime kadar iyi kalın, sağlıkta kalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder