Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Nisan 2013 Pazartesi

Urfa

Günü öldürmeyelim diye sabahın 05.25 uçağına bilet alırsak, sabahın 03.00'de uyanır ve 03.45'de taksi çağırmak zorunda kalırsın....

Tam, hadi azıcık uyuyayım derken de saat 06.50'de Urfa'ya iniş yaptık... O saatte bile hava sıcaklığı 18 dereceydi.

Rehberimiz bizi alandan alıp kahvaltı yapmak üzere Hotel El Ruha'ya götürdü. El Ruha, arapça Urfa demekmiş.

Kahvaltı sonrasındaysa bir saatlik Göbeklitepe DVD sunumunu izledik. Gösteri sonrasında bizler de iyice karıştık....

Dallarında isim yapmış çeşitli dinlerden insanlara Göbeklitepe sorulmuş. Bir Hindu, tamamen Budist geçmişe; bir Mevlevi, Mesnevi'ye; bir gökbilimci, tamamen kendi dalına yonttu. Üstelik hepsi de kendince haklı. Bir yazıt olmadığından, tamamen ucu açık bir konu. Nerden gelmişler, neden on iki tapınak/her neyse yapıp sonra üstlerini örtmüşler, asla ve kata belli değil. Sadece sembollerden, rakamlardan kendince bir sonuç çıkarabiliyorsun.

Hazır videoyu da izlemişiz, bari sıcağı sıcağına Göbeklitepe'ye gidelim dedi rebberimiz.

Ama ondan önce kahvaltı ettiğimiz otelin tam karşısındaki Halepli Bahçe'de Sakıb'ın Köşkü'nü ve Edessa - Amazon Savaşçı Kadınlar Mozaiklerini görmek üzere yola çıktık.



Sakıb'ın Köşkü.

Mozaiklerin olduğu alanda restorasyon çalışmaları olduğundan orayı da göremedik. Minivanımıza yönelmişken, rehberimiz Urfa Belediye Başkanı'nı gördü. Hemen bir fotoğraf aldık.



Adamcağıza iki arada bir derede şu mozaiklerin üstündeki naylonları azıcık aralayıp bakabilir miyiz diye sorduk tabii ki!!! Başarız bir girişim oldu.

Ver elini şehre on iki kilometre uzaklıktaki Göbeklitepe.

Fotoğraflar.




Bu fotoğraf ilginç. Toprağa bir tas büyüklüğünde çukurlar açılmış. Belli ki içlerinde sıvı saklanmış. Bu sıvı su da olabilir, kan da... bilinmiyor mesela. Ama varlar ve görüyorsun.








Bir deli yeşil gözlü adam.



Yirmi beş yıl önce tarlasını sürerken kağnısının sapanına rast gelen taşı bildirip bugünkü Göbeklitepe'nin ortaya çıkmasına neden olan deli yeşil gözlü adam. Tarlasını elinden almıışlar... Ama o ve bütün ailesi şantiyede çalışıyormuş.

Çalışmaları başlatan ve yirmi beş yıldır yürüten Alman arkeolog. İsmini anımsayamıyorum şimdi. Kendisiyle el sıkışıp ve de almanca konuşup tebrik ettim. Keşke benim almancam onun türkçesi kadar iyi olabilseydi... İşçilere, "lan Memo, gel buraya lan, diyecek kadar güzel bir türkçe....

Fotoğrafta sağda poşulu olan.



Ve Göbeklitepe'yi bitirip şehre geri döndük. Doğru yemeğe.....


Soğan Salatası,



Haşhaş Kebabı,



Ve, evet el insaf ama, Billuriye tatlısı....



Üç kişi elli altı lira hesap ödeyip şehri keşfe devam ettik.


Balıklı Göl ilk durağımız oldu. Gözlerime inanamadım. Yanlış... Urfa'ya ayak bastığımız andan itibaren gördüklerime inanamadım ben. On beş yıl önce geldiğim Urfa nerde, bugünkü şehir nerde.. Tozlu topraklı, yolsuz, caddesiz Urfa inanılmaz modern, yeşil, parklı, bahçeli, bulvarlı bir şehre dönüşmüş.

Kentsel dönüşüm çerçevesinde bütün gecekondular yıkılmış. Harap haldeki Balıklı Göl ve çevresi düzenlenmiş. Tarihi binalar, evler elden geçirilip onarılmış.

Fotoğraflar.



 Kedi her yerde kedi....


Urfa kalesi.

Sipahi Pazarı, Gümrük Han, Hüseyniye (Bakırcılar) çarşısı ve diğer otantik çarşılardan görüntüler



Kadınları fotoğrarlamak nerdeyse olanaksız. Bu yüzden hepsi arkadan ve çabucak çekildiğinden, çoğu böyle bulanık çıktı... Fakat giysilerinin renkleri olağanüstü. Mor ve alt/üst renkleri, kadifeler, sırmalar.
Memlekette insanlarımızın boyu uzamış, bu kesin. Genel kanımız, erkeklerin çoğu bıyıklarını kestiklerinden, yüzleri daha bir aklanmış ve paklanmış geldi bize:))

Çarşı içi fotoğraflarına devam.



Unuttuğumuz çekiç sesleri ve o çeşitli kokular.


Çok esprili insanlar... Gençten biri, bu siestadaki amcayı fotoğrafladığımı görünce, dükkanı emanet etmişler, o uyumuş, deyiverdi.


Adamın tütün sattığını ancak söylendikten sonra anlayabildim. İstersen hemen sarıp veriyor eline. Bir tane denedik. Başlarda iyi, ama sonuna doğru yaklaştıkça fena halde acılaşıyor.

Sıcaktan bunalıp bir kahvede soluklandığımızda ben bira istedim!! Rehberimizin beti benzi attı!! Garson çocuk, burda gitmez hocanım, dedi. Gruptan bir başka arkadaş tonik istedi. Ona da verilen yanıt aynıydı. Ama arkadaşımın, yahu Gin Tonik istemedim ki, sadece buz gibi bir tonik istedim, diretmesi bile işe yaramadı. O zaman Türk Kahvesi... Sadece Mırra var... Urfa'da Türk kahvesi YOK. Onsuz yaşayamam, her sabah bir tane içmeden kendime gelemem diyenler, yanlarında elektrikli cezvelerini ve kahvelerini beraberlerinde taşısınlar derim.

O kahveden bazı portreler. Erkekler harika poz veriyor... Çoğu açık açık, gel beni çek, diyor; bir başka çoğunluk da, çekildiğini biliyor, ama doğal havada gözüküyor.


Bu boyacı, büyük bir itinayla tırnaklarını kesti; kestiği tırnakları önlüğünün içinde topladı; işi bitince de kalkıp çöp kutusuna gidip önlüğünü silkeledi... Bu, fotoğraflandığının farkında olup da, değilmiş gibi davranan...


Tip bir adam... Etrafımızda o kadar gidip geldi ki, kendini o kadar belli etti ki, deklanşöre bastık sonunda. Meğer bir dizide rol almış!!

Ve sonunda hep merak ettiğim labirent gibi kıvrılıp giden Urfa sokaklarına daldık.




Kapısının üstünde, yukarıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi, Kâbe levhası asılan ev sakinlerinin Hacı olduklarının ifadesiymiş. Bu kapıyı çaldığında, istediğinin verilmesi caizmiş. Zaten levhanın asılmasının sebebi de oymuş.


İnatla poz vermeyen bir yaşlı adam... O bastonuyla öyle bir sürat yaptı ki, anlatılmaz... Ben de inat ettim; sonuç kötü.. ama olsun. Çektim mi, evet:)


St.Paulos kilisesinden bir detay.



Aynı kilisede "güvercin kahveleri"

Daha önce hiç duymadığım hoş gelenekleri var. Mesela, Taziye Evi. Burası belediyenin halka bedava sunduğu bir hizmet. Cenazeni kaldırdıktan sonra ev yerine burada, kadınlar bir odada, erkekler diğer odada olmak üzere toplanılıyor. Taziyeler kabul ediliyor. Dualar ediliyor.Yeniliyor, içiliyor. Tek yapılması gereken, belediyeye haber vermek.

Evlerinin kapıları yabancılara açık. Sürekli olarak, buyrun bir çay ikram edelim, teklifleriyle karşılaştık. Günde otuz beş bardak çay içtiklerinden, çaydanlıkları sürekli fokurduyor.

Bu labirent sokaklarda dolanırken, bir çay teklifini geri çevirmeyip evden içeri daldım. Amacım, çok açıkcası yaşayan bir ev, avlu görmek.

Karşılaştığım manzara.....


Sağdaki kadın Çekoslavak. Üç ay önce Türkiye'ye gelmiş. Sonrasında yolu Urfa'ya düşmüş. Ve Urfa'da bu eve... Kapısında hiç bir levha falan yok; ama bu ev meğer pansiyonmuş. Burayı nasıl bulmuş; ne ara tavla öğrenmiş ve ev sahibesiyle oynar duruma gelmiş.

Bizi içeri davet eden adamcağız, karım çok iyi İngilizce konuşur dedi. Bu arada, tavla zarları atılıyor.. Birden, five one, dedi biri... Soldaki Urfalı teyzeydi söyleyen.



Teşekkür edip ev pansiyondan ayrıldık.

Eh sabahın beşinden beri yollarda olan bizler ufak ufak yorulmaya başladık sanki. Şöyle bir otelimize gitsek, ayaklarımızı uzatsak... Yarın yine çok yorucu bir gün bizi bekliyor olacak derken gözüme ilişenler...


Bu çocuğu çok sevdim ben.


Yaratıcılıkta kimse türklerin eline su dökemez!!

 Aşağıdaki fotoğraflar otele dönerken, onca yorgunluğuma rağmen durup çektiklerim. Kebap&Soğan ikilisinin Urfa'daki anlamını ifade eder diye umuyorum.






Otelimizdeyiz sonunda. Manicik Kasrı.... Otel deteyları yarına....
Odama çıkıp hemen iki tane buz gibi bira istedim oda servisinden. İkisini de açtırdım. Daha ilk şişe bitmeden uyumuşum......

Günün kelimesi: Küşümlenmek.....
Örnek cümle: Benim için küşümlenme....
Anlamı: Beni dert etme; benim için endişelenme....

18 Nisan 2013 Perşembe

Teos Antik Şehri ve Sığacık; III.Bölüm

Bugün Alaçatı'dan ve Sedirli Ev'den ayrılıp şehre dönüyoruz.

18.30 Bandırma feribotuna bineceğiz. Sedirli Ev'in sahibesi Zeynep Erdem arkamızdan bir tas su dökerek uğurluyor bizi... Unuttuğumuz bir başka hoş geleneğimiz.

İstikamet Seferihisar üzerinden Sığacık.

Ama bu rüzgar güllerini paylaşmadan hiç bir yere gitmem....


Yol arkadaşım Işın çok iyi bir yardımcı pilot. Yolda gördüğü her tabelayı, sessiz okuduğunu sanarak yüksek sesle tekrarlayıp duruyor. Sağ kulağım sağır olmak zorunda; yoldan her an çıkabilirim:)

Sığacık'a vardığımızda, önce köye üç kilometre uzaklıkta bulunan Teos Antik Şehrini gezmeye karar veriyoruz.



 Teos, sırtında dünyayı taşıyan tapınak olarak geçiyor kitaplarda.

Dionysos tapınağıysa Teos'un en önemli yapısı. Sanat topluluklarıyla Dionysos arasındaki büyüleyici esintiden inşa edilen ve Helenistik çağın barok anlayışının ilk izlerini taşıyan bu tapınağın mimarı Hermongenes.




Yurdumun yol işaret ve levhalarına güvenerek Antik Liman'a doğru yeşilliklerin, inanılmaz zeytin ağaçlarının arasından ilerliyoruz. Karşımıza çıkan çoban Yusuf Amca'dan yine bir yol tarifi istiyoruz. Yolu takip eden, karşınıza çıkıvercek diye bir Ege şivesi güldürüyor ikimizi de.
Yusuf Amcanın yaşını pek bir sormak istedim, ama benden on yaş genç olma olasılığına karşın fotoğrafta gözüken yaşını kabul etmeyi yeğledim.


Antik Liman yolu üzerinde makineme çarpanlar....








Antik Liman'dan bugüne fazla bir şey kalmamış. Fotoğrafa değer bir şey bulamadım.
Amfi Tiyatro'ya doğru ilerlerken bu sefer de karşımıza üç koçunu kaybetmiş bir başka çoban çıktı. Siz gördünüz mü diye sordu... Ne bileyim, herhalde koç görsek, ne olduğunu anlarız diye düşünerekten, yo, karşılaşmadık, dedik:)) Teşekkür edip yanımızdan ayrıldı.

Helenistik çağların en renki kenti olarak anılan Teos'ta amfi tiyatro...



Yine fotoğraflayamadığım, bir uçtan diğer uca asırlarca şehrin nöbetini tutmuş surlar; Teos Şehir Surları.

Tabiat en az bu antik kent kadar cömert....




Cıvarda Lebedos - on iki İon kentinden biri -  ve Myonnesos - suyun üstünden yürüyerek ulaşabilen bu adacıkta ilk ve orta çağdan kalmış bir çok yapı kalıntısından başka, Osmanlı dönemi kalıntılarını da görmek olası - gibi yerleşimler de varmış; biz gitmedik.

Dönüş yolunda bir kahve molası... Kumluk.

Basit yaşam, basit zevklerin fotoğrafı.



Ve Sığacık'tayız......

Bu nasıl bir yer yahu... Bu nasıl bir kaleiçi yerleşimi....

Kaleiçine girmeden önce binaların damlarındaki "salyangoz"lar dikkatimizi çekiyor.



Ve sonrasında çeşitli yerlerde karşımıza çıkan salyangozlar...



Bunların anlamını açıklamadan önce, Sığacık Kalesi'nin tarihçesi.



Önce salyangozun, sonra da köyün tarihçesi....

Sakin ve dingin yaşam; yani Cittaslow, yani salyangoz. İtalyanca "Citta" ve İngilizce "slow" kelimelerinin birleşmesinden oluşuyor Cittaslow. Yaşamın kolaylaştırıldığı kentlerin uluslararası ağı. Kuruluşun amacı, küreselleşmenin kentlerin dokularını, kültürlerini bozmalarının önüne geçmek. İnsana değer vermek, insana yaşamı kolaylaştırmak. Hazır ve hormonlu tarım yerine, organik ve genleriyle oynanmamış tohumlarla geleneksel tarım yapmak.

Ve bu organik tarımdan Slowfood hareketi başlamış. Yani, sakin yemek veya tam anlamıyla "acele etme, sağlıksız ve çabuk beslenmenin yerine yavaş, hazmederek ve ağız tadıyla beslen" sloganını benimsiyor. Fastfood zincirleri bu şehirlere giremiyor. Poşet yok. Ya kesekağıdı, ya da bildiğimiz file. Doğayı kirletmek yasak sakin şehirlerde.

Yavaşlık, her şeyi salyangoz hızında yapmak, ya da uyuşuk olmak değil.Doğru hızda çalışmak, yaşamak, oynamak ve her şeyin en iyisini yapmakla ilgilidir, deniyor.

Ve Seferihisar Cittaslow'un Türkiye'deki başşehri.

Seferihisar'ın Tarihcesi:

Lidyalılar, Persler, Makedonyalılar, Bizanslılar uzun süre işgal eder bu toprakları. 1084 yılında Selçuklu komutanı Emir Çakabey tarafından Bizanslılardan alınarak Türk topraklarına katılır. 1394 yılındaysa Osmanlıların hakimiyetine geçer.
15 Mayıs 1919 tarihe kadar Seferihisar'da yarısı Rum, yarısı yerli ve Mora göçmeni Türk ahali birlikte yaşamışlar.
Bu tarihte İzmir'in Yunan işgaline uğramasıyla işgal yılları başlamış, ilçe 11 Eylül 1922 tarihinde Çolak İbrahim Bey komutasındaki askerler tarafından kurtarılmış. Kurtuluş sonu mübadelede ise Rum ahali Yunanstan'a göç etmiş, oradaki Türklerin bir bölümü de Seferihisar'a gelmişler.

(Yukarıda italikle yazılmış bilgiler, Seferihisar, Geleceğin Türkiye'si adlı kitaptan alınmıştır)

Bu olağanüstü güzellikteki Sığacık'ı kaleiçi fotoğraflarıyla anlatmaya çalışmak....









Ve zarif, naif Sığacık Camii....



E şimdi bu kadar yoğun dolaşıp, aman bunu da görelim, aman şunu da kaçırmayalım, aman bir yerlerden salyangoz motifi bulup alalım der iken.... 18.30 feribotunu büyük bir keyifle kaçırdık!! Yalova-Pendik vapurunu da 8 dakika farkla kaçırdıktan sonra, slowfood'a hiç uymayan bir harekata girişip McDonalds'da bir şeyler atıştırdıktan sonra, 21.30 vapuruyla şehre vardık.

Bir dahaki gezimde yeniden buluşmak üzere.. İyi kalın.