Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Breb Ve Çevresi: Bir Başka Güzellik

Gutai dağlarının eteklerindeki gizli vadide yer alan Breb'e ayak bastığınız andan itibaren bu güzel köye aşık olacağınız garanti.

Sadece 500 hanesi ancak bol bol tarlaları, meraları olan bu yerleşim orta çağdan günümüze uzanmış bambaşka bir dünya sundu bize.

Ben ise, köye adım atar atmaz Cornelia'ya söylenmeye başlamıştım bile: Why why why Cornelia.... Yani, biz burada neden sadece 1 gece konaklıyoruz?


Pansiyonumuzun girişinde yer alan minik su değirmeni.


Bölgedeki bütün pansiyonlar - otel değil, pansiyon, yapısal olarak aynı tip.


Ahşap tabii ki unutulmamış. Zaten konaklama yerlerinin dışında tüm yaşam mekanları tahtadan. Fotoğraftaki bir bahçe çiti detayı.


Bizim pansiyon bir ana binadan ve arka tarafta bulunan 2 bağımsız bungalovdan oluşuyor. Ve gördüğümüz ilk dallara geçirilmiş testiler.


Evlerin bir köşesinde sıralanmış tahta tekerler.



Bungalovlar. Çiçek, çiçek ve çiçek dolu her bir taraf.


Bir bungalovun penceresi. Örtülerin hepsi el işi.


Bir paravan.



Asıl bina tam bir ev havasında. İçleri aynı tip ve motifle süslü seramik bardaklar ve tabaklar olan büfeler, uzun bir ahşap masa,

Verandada ise sabah ve akşam yemeklerini servis ettikleri sadece 3 masaları var. Bütün misafirler bir arada oturuyor.

İşletme, kırsal alanda gördüklerimizin hepsinde olduğu gibi kadınlar tarafından yönetiliyor.

Bugüne kadar dünyanın hiç bir yerinde bu kadar güzel ve zengin bir kahvaltı yapmamışızdır. Sundukları her şey kendi ürünleri ve doğal. Ekmekler dahil.

Akşam yemekleri de aynı düzende servis ediliyor. Porsiyonlar inanılmaz büyük. Genelde çorbayla başlayıp etle devam ediyorlar. Sonra da tatlı.

İşte bu müessesede kendi üretimleri olmadığından bira ve Cola yoktu!!! Ama ikram ettikleri kaysı likörünün tadı hala damağımda. Kırmızı ve beyaz olarak üretiyorlar. Kırmızı şurup gibi. Ama öteki gerçekten sert. Bunun şişesinin içine bir kokulu ağaç yerleştiriyorlar. Tadı ondan dolayı bu kadar değişik olabilir.

Akşam yemeğini yerken yer gök delindi. Yağmur toprak ve otla buluşup bize bambaşka bir koku şöleni sundu. Sonrasındaki gökkuşağı ise bonusumuz oldu....

O gece yaşam Breb'de ıslak geçti.

Ertesi sabah saat 6 gibi yürüyüşe çıktım.

Gördüklerim


Ah bu pencereler beni benden alıyorlar.




Ve bu mezarlar. Tamamen Maramureş bölgesine özgü mezarlar.


Siste Breb.


Ahşap detaylar, detaylar.

Fazla uzatmadan kahvaltı için geri döndüm. Zira minik grubumuzla zaten köy içinde 2 saate yakın bir yürüyüş yapacağız.


Biraz geç oldu ama, seramikleri niye ağaçlara, dallara astıklarını anladım.... Oralarda kendi atölyeleri var. Artık sergiliyor da olabilirler, kuruması için de bırakmış olabilirler.


Köyün sınırları içindeki 1622 tarihli Mihail Gavril Kilisesi.


Hülya ve Cornelia patika yollarda yürürlerken.


Yine tarlalar, kümeler, çalışan, ot biçen insanlar, bulutlar, sisler.
Arabasız, gürültüsüz yaşam. Daha iyisini göreceğimizi bilmeden buraya çarpıldık.


2 saatlik keyifli bir yürüyüşün sonunda Cornelia'nın bize göstermek istediği kilise/manastıra geldik.




Mezarlıklar hep kiliselerin, manastırların sınırları içinde yer alıyor. 

Geldiğimiz yolu geri yürüyerek pansiyonumuza ulaştık. Yine yola çıkma vakti. Artık Maramureş bölgesinden de ayrılıp Bucovina'ya geçiş yapacağız.

Maramureş, bize sundukların için sana kocaman bir teşekkür.


Az kişiyle ve özel araçla gezmenin dayanılmaz hafifliği. Bir ev görüp durabilmek, yürüyebilmek, fotoğraf çekebilmek.

Hülya bir evi gözüne kestirmiş...


Meğerse o bahçede de çitler süslenmiş.


Ahşap işçiliği inanılmaz.


Yolumuzun üstünde bir tane de ahşap yapım atölyesi gezip ustayla sohbet ettik. Tek parça halinde çıkarılan halkaların nasıl yapıldığını gördük. Her şey elde yapılıyor. 



Bu kara çatılar beni nedense çok etkiledi.




Barsana Manastırı, Maramureş bölgesinde Unesco Dünya Mirası Listesinde bulunan ve en önemli 8 kiliseden biri.

Bir manastır, bir kilise yazdığımın farkındayım... Aslı Barsana Manastırı; ama içinde kilisesi de var. Sıkıcı olmamak adına böyle bir yolu tercih ettim.

Doğu ve batı Avrupa mimarisinin, Gotik ve Bizans çizgilerinin inanılmaz birleşkesi.

Efsaneye göre, "Barsan" bir Romen ismi ve uzun, sık tüylü koyun anlamında.

İlk kilise 1720 yıllarına tarihlenmiş.

Varlığını, barındırdığı 16 rahibeyle sürdürüyor.

2015 yılında açılmış Müze'de önemli İkonalar ve eski kitaplar ziyaretçileri bekliyor.


Manastır'dan bir pencere detayı.



Yine mezarlar ve mezar taşları.


Birbirine geçmeli, çivisiz sistem.


Manastırı gezdikten sonra hemen yakınlarında yer alan ve bir kadının kendi çabalarıyla müzeye dönüştürdüğü evini ziyaret ettik.

Yukarıdaki fotoğrafta görüntülemeye çalıştığım sistem gerçekten ilginçti.

Çok uzun  bir dümen kolu düşünün... Tabii ki ahşap. Bunu çamaşır kurutmakta kullanıyorlar. Yağmur yağdığı zaman kolu çevirip içeri alıveriyorlar.


Müze evin sahibesi kadın yerel giysilerini giymiş, kurutma mekanizmasının başında poz da verdi.

Akşam Viseu de Sus'ta konakladık. Özelliği olmayan bir şehir. Ama konaklama amacımız ertesi gün yapacağımız Mocanita Ride. Yani, buharlı tren gezisi. O da fazla turistik geldi bize. Fotoğraf bile paylaşmayacak kadar turistik hem de. Gezinin atlanabilecek tek kısmıydı diyebilirim.

Breb olağanüstüydü.

Daha da güzelini henüz görmemiştik.

Ülkenin bu bölümündeki son güzele kadar iyi kalın, sağlıkta kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder