Sevdiğim coğrafyalar. Az insan, az bina, az trafik; bol bol vahşi doğa.Yüksek dağlar; donmuş denizler, ormanlar, plajlar. Legoya benzeyen yerleşkeler. Gözü rahatsız eden hiç bir şey yok. Sessizliğin inanılmaz sesi.
Fotoğraf grubuyla yola çıkış amacımız tabii ki Kuzey Işıklarını görebilmekti. Göremedik!!! O kadar istedik ki, şımardılar... Ne gam, yine gelmek için güzel bir bahane işte.
Paylaştığım fotoğrafları gören kimi arkdaşlarım, sen delisin, bu soğukta, karda kışta oralarda ne işin var, dediler. Deli değilim, ama olabilirim buralarda.
Hayat şartları çok zor. Memleketten ulaşmak da yorucu. Önce Oslo'ya uçup, Bodo şehrine 1.5 saatte giden uçağı yakaladık. Sonrasında da 39 kişilik pırpırlarla 20 dakikalık bir yolculuktan sonra Lofoten Adalarının Leknes şehrine resmen konduk. Bir taşra kasabasının otobüs garına benzeyen havalimancığı.
Pırpırımız.
Fotoğraf turu olduğundan herşey farklıydı. Alışılagelmiş konfor hem çok yakınımızdaydı, hem çok uzağımızda. Ne demek şimdi bu, değil mi?
1 hafta boyunca Rorbu denilen barınaklarda konakladık (Bir şey itiraf edeceğim, aramızda kalsın lütfen. Rorbulara 2 gün boyunca rögar dedim!! Dilim bir türlü dönmedi zira) Bunlar eski zamanlarda balıkçı barınakları olarak hizmet vermiş yerler. Daha sonraları otele dönüştürülmüş. Neredeyse hepsi kırmızı renkte. İçlerinde 3 kişinin çok rahat yaşayabileceği mekanlar. Bizim kaldığımız Rorbular Leknes şehrinin biraz dışındaydı. Zira, odalarında tuvalet, duş olan nadir yerlerden birisiymiş. Öğle yemeklerimizi, evden çıkmadan önce hazırladığımız ekmek arası peynir, salam gibi şeylerler geçiştirdik. Bunun için de şehre gelir gelmez, otelimize gitmeden önce bir markete girip alış verişimizi yaptık. İhtiyaçlarımızı aldık. Zaten bir çoğumuz memleketten gelirken zeytinini, peynirini getirmişti beraberinde.
Gün doğarken fotoğrafladığım kaldığımız rorbular.
Öyle yerlerde dolaştık ki, tuvalet bulmak bile sorun oldu kimi zaman. Ama dağ başında, kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde bulduğumuz tuvaletlerin temizliği akla zarar nitelikteydi. Ne bekçisi vardı, ne de paralıydı. Sadece tertemizdi. Yataklarımız düzenlenmedi mesela; ama her gün çöplerimizi alıp havlularımızı değiştirdi birileri. Sanki modern kamp alanındaydık. Galiba en doğru tanım bu oldu. Evlerin içi sıcacıktı. Son gün maruz kaldığımız o inanılmaz fırtına da bile dam başımızın üstündeydi ki önemli...
Hava izin verdiği sürece her sabah 8.30 gibi aracımızın tekeri hareket etti. Dağ, tepe, orman, deniz, yol, yollar... taşlar, kayalar; buz tutmuş, buz tutmak üzere olan göller... kuşlar; kartallar, martılar. Kurutulmuş balıklar, onların kurumaya bırakıldığı özel yerler. Balıkçı tekneleri, renkler. Beyaz, bembeyaz; kıpkırmızı, sapsarı, masmavi, yemyeşil. Bir cümbüştür gitti.
Her ne kadar kıyafetlerimiz mevsim şartlarına fazlasıyla uygun olsalar da, kadın halimizle bütün gün elimizde fotoğraf makineleri, üç ayaklar, cep telefonları, 3 metre karda bata çıka yürümeye alışık değiliz. Bu da bir gerçek. Havanın erkenden kararmasını da bahane edip, saat 16 gibi geri döndük. Eh 8 saat az değil. Kimi zaman otelimize geri dönmeden yol üstünde denk geldiğimiz lokantalarda harika yemekler yedik. Genellikle giderken görüp beğendiğimiz yerlere rezervasyon yapıp, şu saatte geleceğiz şeklinde oldu.
Norveç, son yılların en soğuk kışını yaşıyormuş. Bu yüzden çoğu yer kapalıydı. Açık bulduklarımız da fevkaladenin de fevkinde yerlerdi.
Norveç mutfağı tahmin edileceği gibi et ve balık ağırlıklı. Kimsenin ağız tadına aykırı gelmedi. Sebze fazla yoktu. Meyveleri, marketten aldık. Hiç servis edildiğini görmedim. Ama tatlıları olağanüstü. Onlar da bildiğimiz lezzetler. Sütlü tatlıları yok.
Kaldığımız Rorbuda lokanta kısmı yok. Sadece kahvaltı servisi veriyor. Şehre döndüğümüz günlerde de merkezde keşfettiğimiz (çoğu olumsuz mevsim şartlarından dolayı kapalı olduğundan, sadece 2 yer açıktı) mekanları denedik. İster merkezde, ister dağ başında olsun, sunumlarına bayıldım. Çok sade, çok şık. Morina balığı en çok satılan ve tercih edilen yemek oldu. Hiç fena değildi. İkinci kaseyi istetecek lezzette balık çorbası ve ilk kez içtiğim enginar çorbası gezinin yemek kısmının olmazsa olmazlarıydı gerçekten.
Ramberg kasabasında bulunan Gjestegard AS lokantasında yediğimiz Cod fish, Morina balığı. Fazıl Yıldırım fotoğrafıdır.
Aynı mekanda sunulan dağ meyveli dondurma. Sunum dediğim kadar var, değil mi?
Amma velakin şu ışıkları çok bekledik ya.... herkesin elinde cep telefonu, ışıkların güzergahlarını gösteren aplikasyonlar indirilmiş, saat saat, mekan mekan takip ettik. Bir gece de başımızda kafa lambalarımız, fotoğraf makinelerimiz, üstümüzde en kalın kıyafetlerimizle 2 saate yakın, tam tepemizde olduğu varsayılan doğa olayını bekledik. Çıkmadı lanet:)) Şöyle bir yeşilimsi çizgi uzandı, hiç kimse yüzüne bile bakmadı. Sonraki günlerde de hava o kadar bulutlu, yağmurlu ve fırtınalıydı ki, aklımıza bile gelmedi ışık. Kısmet değilmiş.
Yazacaklarım bu kadar. Aklıma yeni bir şeyler gelirse, eklerim sonra.
Sırada görseller var.
Fotoğraf hocamız Bülent, bugüne kadar kimsenin yansıma fotoğrafından ödül falan aldığı görülmemiştir, demesine rağmen, herkes en az 1 kere çekti yukarıdaki manzarayı.
Böyle bir tarafı İzlanda, diğer tarafı Lofoten olan inanılmaz bir coğrafya işte.
Kuzey ışıklarını Haukland Beach denilen bölgede bu kayaların üstündeki yolda bekleyip durduk.
Buz tutsa mı, tutmasa mı halleri.
Gidiyorsun gidiyorsun, bir dönemeçi geçiyorsun ve karşına çıkıveren kasabalar.
Buz tutmuş denizde, iskemlesine kurulmuş, deliğini açmış, somon tutan bir vatandaş.
Balık kurutma alanları. Beni böyle olur olmaz şeyler çok etkiler. Bunlar da onlardan biri işte.
Kurumaya bırakılmış balıklar.
Beyaz... bembeyaz.
Rorbular.
Burası ilginçti. Bülent ne yapmamız gerektiğini söyleyip bizi köprünün üstüne saldı:)) İlk anda farketmedim. Köprüde onlarca insan üç ayaklarının arkasında fotoğraf çekiyordu. Bir an için, ay ben Unkapanı köprüsünün üstünde miyim, demişim. O üç ayaklar gözüme olta gibi göründüler. Güzel bir manzaraydı. Çok yoğun bir fotoğrafçı trafiği olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle Japon, İtalyan ve Alman.
Ben burada mutsuz falan olamam.
O kadar yer gezdik, insan 1 tane bile kale male görmez mi, ben memlekette meraklı arkadaşlarıma ne göstereceğim diye hayıflanır iken... teşekkürler hayat:))
Bu fotoğrafta kaleye benzer yapı aslında bir radarmış. Almanlar tarafından 1944 yılında inşaatına başlanıp, 1 yıl sonra bitirilmiş. Hikayesinin anlatıldığı tabelada kocaman bir radar da vardı. Amaç belli. Savaş bitmiş, radar gitmiş; burası da bölgenin en çok gezilen turistik yeri olmuş.
Yollar, yollar. Banu'nun yolları.
Bir tarafı açık tünel çığ tehlikesine karşı inşa edilmiş.
Bir sürü adacık birbirlerine ilginç köprülerle bağlanmışlar. Köprü üzerinde trafik tek yönlü. Her 2 taraftaki girişlere sensörlü trafik lambaları koymuşlar, hangi taraf boşsa, ona yeşil yanıyor. Ve geçiyorsun. Her yerde saat gibi işleyen bir düzen söz konusu.
Evet evet, kilise:))
Buz.... buz gibi... üstünde yürümedik.
Su ve buz... Kan ve gül gibi.
Cefakar hocamız.
Bu köprüyü inanılmaz sevdim.
Bu evi de.
1 hafta boyunca adanın neredeyse her tarafını dolaşmış kişiler olarak, gördüğümüz en büyük, tek kilise buydu.
Fotoğraf grubuyla yola çıkış amacımız tabii ki Kuzey Işıklarını görebilmekti. Göremedik!!! O kadar istedik ki, şımardılar... Ne gam, yine gelmek için güzel bir bahane işte.
Paylaştığım fotoğrafları gören kimi arkdaşlarım, sen delisin, bu soğukta, karda kışta oralarda ne işin var, dediler. Deli değilim, ama olabilirim buralarda.
Hayat şartları çok zor. Memleketten ulaşmak da yorucu. Önce Oslo'ya uçup, Bodo şehrine 1.5 saatte giden uçağı yakaladık. Sonrasında da 39 kişilik pırpırlarla 20 dakikalık bir yolculuktan sonra Lofoten Adalarının Leknes şehrine resmen konduk. Bir taşra kasabasının otobüs garına benzeyen havalimancığı.
Pırpırımız.
Fotoğraf turu olduğundan herşey farklıydı. Alışılagelmiş konfor hem çok yakınımızdaydı, hem çok uzağımızda. Ne demek şimdi bu, değil mi?
1 hafta boyunca Rorbu denilen barınaklarda konakladık (Bir şey itiraf edeceğim, aramızda kalsın lütfen. Rorbulara 2 gün boyunca rögar dedim!! Dilim bir türlü dönmedi zira) Bunlar eski zamanlarda balıkçı barınakları olarak hizmet vermiş yerler. Daha sonraları otele dönüştürülmüş. Neredeyse hepsi kırmızı renkte. İçlerinde 3 kişinin çok rahat yaşayabileceği mekanlar. Bizim kaldığımız Rorbular Leknes şehrinin biraz dışındaydı. Zira, odalarında tuvalet, duş olan nadir yerlerden birisiymiş. Öğle yemeklerimizi, evden çıkmadan önce hazırladığımız ekmek arası peynir, salam gibi şeylerler geçiştirdik. Bunun için de şehre gelir gelmez, otelimize gitmeden önce bir markete girip alış verişimizi yaptık. İhtiyaçlarımızı aldık. Zaten bir çoğumuz memleketten gelirken zeytinini, peynirini getirmişti beraberinde.
Gün doğarken fotoğrafladığım kaldığımız rorbular.
Öyle yerlerde dolaştık ki, tuvalet bulmak bile sorun oldu kimi zaman. Ama dağ başında, kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde bulduğumuz tuvaletlerin temizliği akla zarar nitelikteydi. Ne bekçisi vardı, ne de paralıydı. Sadece tertemizdi. Yataklarımız düzenlenmedi mesela; ama her gün çöplerimizi alıp havlularımızı değiştirdi birileri. Sanki modern kamp alanındaydık. Galiba en doğru tanım bu oldu. Evlerin içi sıcacıktı. Son gün maruz kaldığımız o inanılmaz fırtına da bile dam başımızın üstündeydi ki önemli...
Hava izin verdiği sürece her sabah 8.30 gibi aracımızın tekeri hareket etti. Dağ, tepe, orman, deniz, yol, yollar... taşlar, kayalar; buz tutmuş, buz tutmak üzere olan göller... kuşlar; kartallar, martılar. Kurutulmuş balıklar, onların kurumaya bırakıldığı özel yerler. Balıkçı tekneleri, renkler. Beyaz, bembeyaz; kıpkırmızı, sapsarı, masmavi, yemyeşil. Bir cümbüştür gitti.
Her ne kadar kıyafetlerimiz mevsim şartlarına fazlasıyla uygun olsalar da, kadın halimizle bütün gün elimizde fotoğraf makineleri, üç ayaklar, cep telefonları, 3 metre karda bata çıka yürümeye alışık değiliz. Bu da bir gerçek. Havanın erkenden kararmasını da bahane edip, saat 16 gibi geri döndük. Eh 8 saat az değil. Kimi zaman otelimize geri dönmeden yol üstünde denk geldiğimiz lokantalarda harika yemekler yedik. Genellikle giderken görüp beğendiğimiz yerlere rezervasyon yapıp, şu saatte geleceğiz şeklinde oldu.
Norveç, son yılların en soğuk kışını yaşıyormuş. Bu yüzden çoğu yer kapalıydı. Açık bulduklarımız da fevkaladenin de fevkinde yerlerdi.
Norveç mutfağı tahmin edileceği gibi et ve balık ağırlıklı. Kimsenin ağız tadına aykırı gelmedi. Sebze fazla yoktu. Meyveleri, marketten aldık. Hiç servis edildiğini görmedim. Ama tatlıları olağanüstü. Onlar da bildiğimiz lezzetler. Sütlü tatlıları yok.
Kaldığımız Rorbuda lokanta kısmı yok. Sadece kahvaltı servisi veriyor. Şehre döndüğümüz günlerde de merkezde keşfettiğimiz (çoğu olumsuz mevsim şartlarından dolayı kapalı olduğundan, sadece 2 yer açıktı) mekanları denedik. İster merkezde, ister dağ başında olsun, sunumlarına bayıldım. Çok sade, çok şık. Morina balığı en çok satılan ve tercih edilen yemek oldu. Hiç fena değildi. İkinci kaseyi istetecek lezzette balık çorbası ve ilk kez içtiğim enginar çorbası gezinin yemek kısmının olmazsa olmazlarıydı gerçekten.
Ramberg kasabasında bulunan Gjestegard AS lokantasında yediğimiz Cod fish, Morina balığı. Fazıl Yıldırım fotoğrafıdır.
Aynı mekanda sunulan dağ meyveli dondurma. Sunum dediğim kadar var, değil mi?
Amma velakin şu ışıkları çok bekledik ya.... herkesin elinde cep telefonu, ışıkların güzergahlarını gösteren aplikasyonlar indirilmiş, saat saat, mekan mekan takip ettik. Bir gece de başımızda kafa lambalarımız, fotoğraf makinelerimiz, üstümüzde en kalın kıyafetlerimizle 2 saate yakın, tam tepemizde olduğu varsayılan doğa olayını bekledik. Çıkmadı lanet:)) Şöyle bir yeşilimsi çizgi uzandı, hiç kimse yüzüne bile bakmadı. Sonraki günlerde de hava o kadar bulutlu, yağmurlu ve fırtınalıydı ki, aklımıza bile gelmedi ışık. Kısmet değilmiş.
Yazacaklarım bu kadar. Aklıma yeni bir şeyler gelirse, eklerim sonra.
Sırada görseller var.
Fotoğraf hocamız Bülent, bugüne kadar kimsenin yansıma fotoğrafından ödül falan aldığı görülmemiştir, demesine rağmen, herkes en az 1 kere çekti yukarıdaki manzarayı.
Böyle bir tarafı İzlanda, diğer tarafı Lofoten olan inanılmaz bir coğrafya işte.
Kuzey ışıklarını Haukland Beach denilen bölgede bu kayaların üstündeki yolda bekleyip durduk.
Buz tutsa mı, tutmasa mı halleri.
Gidiyorsun gidiyorsun, bir dönemeçi geçiyorsun ve karşına çıkıveren kasabalar.
Buz tutmuş denizde, iskemlesine kurulmuş, deliğini açmış, somon tutan bir vatandaş.
Balık kurutma alanları. Beni böyle olur olmaz şeyler çok etkiler. Bunlar da onlardan biri işte.
Kurumaya bırakılmış balıklar.
Beyaz... bembeyaz.
Neredeyse her evin önünde bir iskele, ve o iskeleye bağlı bir tekne var.
Rorbular.
Burası ilginçti. Bülent ne yapmamız gerektiğini söyleyip bizi köprünün üstüne saldı:)) İlk anda farketmedim. Köprüde onlarca insan üç ayaklarının arkasında fotoğraf çekiyordu. Bir an için, ay ben Unkapanı köprüsünün üstünde miyim, demişim. O üç ayaklar gözüme olta gibi göründüler. Güzel bir manzaraydı. Çok yoğun bir fotoğrafçı trafiği olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle Japon, İtalyan ve Alman.
Ben burada mutsuz falan olamam.
O kadar yer gezdik, insan 1 tane bile kale male görmez mi, ben memlekette meraklı arkadaşlarıma ne göstereceğim diye hayıflanır iken... teşekkürler hayat:))
Bu fotoğrafta kaleye benzer yapı aslında bir radarmış. Almanlar tarafından 1944 yılında inşaatına başlanıp, 1 yıl sonra bitirilmiş. Hikayesinin anlatıldığı tabelada kocaman bir radar da vardı. Amaç belli. Savaş bitmiş, radar gitmiş; burası da bölgenin en çok gezilen turistik yeri olmuş.
Yollar, yollar. Banu'nun yolları.
Bir tarafı açık tünel çığ tehlikesine karşı inşa edilmiş.
Bir sürü adacık birbirlerine ilginç köprülerle bağlanmışlar. Köprü üzerinde trafik tek yönlü. Her 2 taraftaki girişlere sensörlü trafik lambaları koymuşlar, hangi taraf boşsa, ona yeşil yanıyor. Ve geçiyorsun. Her yerde saat gibi işleyen bir düzen söz konusu.
Evet evet, kilise:))
Buz.... buz gibi... üstünde yürümedik.
Su ve buz... Kan ve gül gibi.
Cefakar hocamız.
Bu köprüyü inanılmaz sevdim.
Bu evi de.
1 hafta boyunca adanın neredeyse her tarafını dolaşmış kişiler olarak, gördüğümüz en büyük, tek kilise buydu.
Böyle vahşi ve dramatik kayalar.
Özetle, yazıldığı gibi yaşanmış çok güzel bir geziydi. Doğa severlerin hayran olacağı türden bir coğrafyaydı. Bizi üzen, canımızı sıkan hiç bir şey olmadı. Güzel, ufak bir gruptuk. Fotoğraf çekmek için gittik, becerebildiğimiz kadar çektik ve geri döndük.
Blog yazılarımda ufak tefek değişiklikler, eklemeler olacak bundan sonra. Mesela kısa videolar paylaşacağım. Bu gezi sırasında da çektim, ancak fazla uzun olduğu için yükleyemedim.
Bir de, eğer bulmuş ve satın almışsam, gezinin güzeli diye buraya koyacağım.
Lofoten güzeli bu minyatür rende oldu.
Bir sonraki gezime kadar iyi kalın, sağlıkta kalın.