Ben büyük şehirciyim.
İstanbul'dan başka bir yerde yaşamayı "şimdilik" düşünemiyorum bile.
10 yıl kadar Datça'da yaşamayı deneyip, beceremeyip geri dönenlerdenim. İyi ki dönmüşüm.
Sebepleri, nedenleri....
Ege'den gelen her paylaşımda kızarmış istavriti bile kıskanan büyük şehirliler var. Arkadaşlar yapmayın... Antartika'dan balina kuyruğu ızgarasının fotoğrafı paylaşılmıyor. Altı üstü bir istavrit. Çıkın pazara, gidin balıkçılar çarşısına, çok daha güzel sunulmuş tezgahlarda beğendiğinizi alın, pişirin. Sırf istavritle de kalmıyor tezgah üstleri. Her yörenin kendine özgü çeşidi olduğunu unutmayalım lütfen. Ayrıca, Ege'de bu balıklar da başkaları tarafından kızartılıyor. Kendi kendine kızarmıyorlar yani.
Otlar, börtü böcekler.... Anamızın karnından onları görerek doğmadık ki bizler... Yemezsek de ölmeyiz. Ege'de yaşayan gerçek yerel halk çocuklarının büyük şehirden getirilen lokum, çikolatalı kek, pastalara nasıl hasret olduklarını bilseniz... Yine gerçek Egeli kadınların İstanbul'dan geldi diye Pyreks çanakları nasıl en özel dolaplara koyduklarını da bir bilseniz....
Efendim 3 kilo domates 1 liradır Ege'de.. Nasıl acırım o üreticilere ama... Yazın kavurucu sıcağında tarlada çalışanlar içimi acıtır benim. Hiç sevinemem o fiyata o kadar kilo aldığıma. Ayrıca 3 kilo alıp ne yapacağım (kendi adıma yazıyorum şimdi). Tek başına bir insan olarak 3 günde zaten bozuluyorlar; büyük şehirde alınanlar gibi.
Ayrıca, büyük şehirde de çok büyük yerli pazarlar kuruluyor. İlla Ege işi isteniyorsa, inanın oradan gelen bir çok otu böceği bulabiliyorsunuz. Yeter ki AVM'lerden çıkabilelim... Yerli pazarlara gidip plastik kaplara yerleştirilip üstleri kapatılmış sebze ve meyveler yerine kendi ellerimizle seçebileceğimiz yiyecekleri alabilelim. Pazarcıların, şiir gibi sebze ve meyveleri dizişlerine bakıp kalalım. Mekanın kendisine özgü uğultusunu işitebilelim. Artık "sepetçiler" kalmamış ama, ufak çocuklar "pazar çantalarıyla" satın aldıklarımızı taşımak için pazar içinde dolaşıp duruyorlar. Yeter ki isteyelim.
Evet, burada, İstanbul'da narenciye bahçeleri yok. Mevsim olarak uygun değil zaten. Ama sanıyor musunuz ki Datça'da kaldı? Bütün bağlar, bahçeler satılıp yerlerine siteler dikiliyor. Sonra da, işte bizler, bu iflah olmaz özlemkeşler, binlerce lira ödeyip kesilmiş narenciye ağaçlarının yerine minik minik fidanlar dikip çiçekleriyle mutlu olduğumuzu sanıyoruz.
Oraların Ege, Akdeniz'ine karşı, üstüne başka tanımadığım bir Boğaziçi var... Gün doğumu başka, gün batımı başka, dolunayı başka, yeni ayı başka olan. Bir Haliç var. Üsküdar var, Salacak var, Karadeniz'e çıkış, oradan bir de buraya giriş var.
Büyük şehirde her gün aynı şey yapılmıyor. Köprüyü bir gün 15 dakikada geçeriz; ertesi gün 2 saatte. Boğaziçi Köprüsü tıkalıysa, ikinci köprüyü kullanırız. Çok mu bunaldık, Harem'den Sirkeci vapuruna atlayıveririz. Arabayı kullanmak istemezsek, metro var, metrobüs var, yandan çarklı olmasa da vapurlar var, motorlar var. Var da var... Martılar var bir de...
Ocak ayında denize girmek... Yahu niye gireyim?? Eğer ben 4 mevsimi de yaşayan bir ülke vatandaşıysam, o mevsimleri yaşamak isterim. Yazsa yaz, kışsa da kış. İstesek de istemesek de denize girilecek mevsim gelecek. Mevsim dışı denize girmek çok istiyorsak, yarı yıl tatilinde Uludağ'a kaymaya gitmek yerine Ege kasabalarına gidelim o zaman. Niye gitmiyoruz?? Zira oralara yazın gidilir. O zaman niye imreniyoruz ki? Ben imrenmiyorum da... lafın gelişi.
Bir su akıp durur. Ne bir gemi geçer, ne sandallar vardır denizin ortasında, ne de balıkçılar. Ne kıyıda çay içebileceğiniz bir kahve bulursunuz; haydi buldunuz diyelim, simit eksiktir hayatınızda. Hani her köşe başında satılanlardan... İyice gevrek olanlardan.
2015 Ocak ayında 2 haftalığına Datça'ya gittim.
Ocak ayı oraların en zor mevsimidir. Yıllar sonra yeniden bir yaşamak istedim.
İkinci günden sonra İnstagram paylaşımlarımın seyir defteri: Anda Datça, Anda Datça, Anda Datça...
Hep aynı, hep aynı, hep aynı.....
Zira hep aynı.
2 haftanın sonunda bir gün daha fazla kalamayacağımdan yine şehrime döndüm.
Muğlak yalnızlığı mutlak yalnızlığa çevirmenin, bile bile lades demenin bir anlamı yok diye düşünüyorum.
Bir de, insanın içinden tatile gitmek gelmiyor. Tatil yerindesin ya...
Sonra şikayet ederiz burası neden bu kadar kalabalık oldu diye. Arkadaş, sen gelirken kimden izin aldın da şimdi sinir oluyorsun?
Ve benim için orada yaşamanın en büyük zorluğu, hep aynı insanlar, hep aynı muhabbet, hep aynı mekanlar.
Başkalarını bilmiyorum; ben kullandığım günlük Türkçe kelime sayımın azaldığını fark etmiştim.
Bir gün içinde tüketilen, suyu çıkarılan arkadaşlıklar (dostluk hiç demiyorum).
Hep aynı konular; hep aynı muhabbet; sonuç kötü, seviyesiz bir geyik muhabbeti. Para kazanma şansı eksilerde. Bu sebeple cebindeki fazladan 2 kuruş yüzünden duyulan kıskançlıklar. Ve daha neler neler.
Sinema yok. Tiyatro yok. Klasik müzik konserleri yok.
Benim ruhum genişlerken beynim ufaldı. Sonunda beynimin daha önemli olduğuna karar verdim zaten. İstanbul'a uzun bir aradan sonra ilk ayak bastığımda burnumu otobüsün egzost borusuna sokup, uzun uzun, oh dünya varmış, diyerek soluduğumu hiç unutmam.
Büyük şehirden uzaklaşmak hiç kolay değil. Başaranlara imreniyorum. Oralarda keyifle yaşadıklarına da inanıyorum. Ama kolay iş değil.
En az 2 kış geçirmeden, ben "oralı oldum artık" demeyin ne olur... İlk yıl, ilk heyecan turşular, güneşte reçeller, salçalar "kurar"; boool boool kitap okur, yürüyüş yapar ve ya sonra..........
İyi kalın, sağlıkta ve istediğiniz yerde kalın.
İstanbul'dan başka bir yerde yaşamayı "şimdilik" düşünemiyorum bile.
10 yıl kadar Datça'da yaşamayı deneyip, beceremeyip geri dönenlerdenim. İyi ki dönmüşüm.
Sebepleri, nedenleri....
Ege'den gelen her paylaşımda kızarmış istavriti bile kıskanan büyük şehirliler var. Arkadaşlar yapmayın... Antartika'dan balina kuyruğu ızgarasının fotoğrafı paylaşılmıyor. Altı üstü bir istavrit. Çıkın pazara, gidin balıkçılar çarşısına, çok daha güzel sunulmuş tezgahlarda beğendiğinizi alın, pişirin. Sırf istavritle de kalmıyor tezgah üstleri. Her yörenin kendine özgü çeşidi olduğunu unutmayalım lütfen. Ayrıca, Ege'de bu balıklar da başkaları tarafından kızartılıyor. Kendi kendine kızarmıyorlar yani.
Otlar, börtü böcekler.... Anamızın karnından onları görerek doğmadık ki bizler... Yemezsek de ölmeyiz. Ege'de yaşayan gerçek yerel halk çocuklarının büyük şehirden getirilen lokum, çikolatalı kek, pastalara nasıl hasret olduklarını bilseniz... Yine gerçek Egeli kadınların İstanbul'dan geldi diye Pyreks çanakları nasıl en özel dolaplara koyduklarını da bir bilseniz....
Efendim 3 kilo domates 1 liradır Ege'de.. Nasıl acırım o üreticilere ama... Yazın kavurucu sıcağında tarlada çalışanlar içimi acıtır benim. Hiç sevinemem o fiyata o kadar kilo aldığıma. Ayrıca 3 kilo alıp ne yapacağım (kendi adıma yazıyorum şimdi). Tek başına bir insan olarak 3 günde zaten bozuluyorlar; büyük şehirde alınanlar gibi.
Ayrıca, büyük şehirde de çok büyük yerli pazarlar kuruluyor. İlla Ege işi isteniyorsa, inanın oradan gelen bir çok otu böceği bulabiliyorsunuz. Yeter ki AVM'lerden çıkabilelim... Yerli pazarlara gidip plastik kaplara yerleştirilip üstleri kapatılmış sebze ve meyveler yerine kendi ellerimizle seçebileceğimiz yiyecekleri alabilelim. Pazarcıların, şiir gibi sebze ve meyveleri dizişlerine bakıp kalalım. Mekanın kendisine özgü uğultusunu işitebilelim. Artık "sepetçiler" kalmamış ama, ufak çocuklar "pazar çantalarıyla" satın aldıklarımızı taşımak için pazar içinde dolaşıp duruyorlar. Yeter ki isteyelim.
Evet, burada, İstanbul'da narenciye bahçeleri yok. Mevsim olarak uygun değil zaten. Ama sanıyor musunuz ki Datça'da kaldı? Bütün bağlar, bahçeler satılıp yerlerine siteler dikiliyor. Sonra da, işte bizler, bu iflah olmaz özlemkeşler, binlerce lira ödeyip kesilmiş narenciye ağaçlarının yerine minik minik fidanlar dikip çiçekleriyle mutlu olduğumuzu sanıyoruz.
Oraların Ege, Akdeniz'ine karşı, üstüne başka tanımadığım bir Boğaziçi var... Gün doğumu başka, gün batımı başka, dolunayı başka, yeni ayı başka olan. Bir Haliç var. Üsküdar var, Salacak var, Karadeniz'e çıkış, oradan bir de buraya giriş var.
Büyük şehirde her gün aynı şey yapılmıyor. Köprüyü bir gün 15 dakikada geçeriz; ertesi gün 2 saatte. Boğaziçi Köprüsü tıkalıysa, ikinci köprüyü kullanırız. Çok mu bunaldık, Harem'den Sirkeci vapuruna atlayıveririz. Arabayı kullanmak istemezsek, metro var, metrobüs var, yandan çarklı olmasa da vapurlar var, motorlar var. Var da var... Martılar var bir de...
Ocak ayında denize girmek... Yahu niye gireyim?? Eğer ben 4 mevsimi de yaşayan bir ülke vatandaşıysam, o mevsimleri yaşamak isterim. Yazsa yaz, kışsa da kış. İstesek de istemesek de denize girilecek mevsim gelecek. Mevsim dışı denize girmek çok istiyorsak, yarı yıl tatilinde Uludağ'a kaymaya gitmek yerine Ege kasabalarına gidelim o zaman. Niye gitmiyoruz?? Zira oralara yazın gidilir. O zaman niye imreniyoruz ki? Ben imrenmiyorum da... lafın gelişi.
Bir su akıp durur. Ne bir gemi geçer, ne sandallar vardır denizin ortasında, ne de balıkçılar. Ne kıyıda çay içebileceğiniz bir kahve bulursunuz; haydi buldunuz diyelim, simit eksiktir hayatınızda. Hani her köşe başında satılanlardan... İyice gevrek olanlardan.
2015 Ocak ayında 2 haftalığına Datça'ya gittim.
Ocak ayı oraların en zor mevsimidir. Yıllar sonra yeniden bir yaşamak istedim.
İkinci günden sonra İnstagram paylaşımlarımın seyir defteri: Anda Datça, Anda Datça, Anda Datça...
Hep aynı, hep aynı, hep aynı.....
Zira hep aynı.
2 haftanın sonunda bir gün daha fazla kalamayacağımdan yine şehrime döndüm.
Muğlak yalnızlığı mutlak yalnızlığa çevirmenin, bile bile lades demenin bir anlamı yok diye düşünüyorum.
Bir de, insanın içinden tatile gitmek gelmiyor. Tatil yerindesin ya...
Sonra şikayet ederiz burası neden bu kadar kalabalık oldu diye. Arkadaş, sen gelirken kimden izin aldın da şimdi sinir oluyorsun?
Ve benim için orada yaşamanın en büyük zorluğu, hep aynı insanlar, hep aynı muhabbet, hep aynı mekanlar.
Başkalarını bilmiyorum; ben kullandığım günlük Türkçe kelime sayımın azaldığını fark etmiştim.
Bir gün içinde tüketilen, suyu çıkarılan arkadaşlıklar (dostluk hiç demiyorum).
Hep aynı konular; hep aynı muhabbet; sonuç kötü, seviyesiz bir geyik muhabbeti. Para kazanma şansı eksilerde. Bu sebeple cebindeki fazladan 2 kuruş yüzünden duyulan kıskançlıklar. Ve daha neler neler.
Sinema yok. Tiyatro yok. Klasik müzik konserleri yok.
Benim ruhum genişlerken beynim ufaldı. Sonunda beynimin daha önemli olduğuna karar verdim zaten. İstanbul'a uzun bir aradan sonra ilk ayak bastığımda burnumu otobüsün egzost borusuna sokup, uzun uzun, oh dünya varmış, diyerek soluduğumu hiç unutmam.
Büyük şehirden uzaklaşmak hiç kolay değil. Başaranlara imreniyorum. Oralarda keyifle yaşadıklarına da inanıyorum. Ama kolay iş değil.
En az 2 kış geçirmeden, ben "oralı oldum artık" demeyin ne olur... İlk yıl, ilk heyecan turşular, güneşte reçeller, salçalar "kurar"; boool boool kitap okur, yürüyüş yapar ve ya sonra..........
İyi kalın, sağlıkta ve istediğiniz yerde kalın.